26 Ağustos 2014 Salı

Pedalsız kilometreler

Pencereden Stelvio
Tırmanışın tariflenemez yorgunluğu muhteşem bir şarap ile birleşince mucizevi etkisini gösterdi ve geceyi deliksiz uyuyarak geçirdim.

Sabahleyin oldukça zinde bir şekilde uyandım.

Dünkü yorgunluktan eser yoktu.

Günün aydınlanması ile beraber odanın penceresine doğru yaklaşınca gecenin siyahlığını üzerinden atmış güzel Stelvio'yu gördüm.

Hava o kadar berrak ve  temizdi ki güne derin bir nefes alarak başlamamak bu güzelliğe hakaret olurdu.

Derinnn bir nefes aldım.

Misss ...

Öyle böyle derken ekip uyanıyor yavaştan ve kahvaltı vakti geliyor.

Hep birlikte aşağıya iniyoruz. Kahvaltının açık büfe olmasının verdiği güzellikleri sonuna kadar kullanıyoruz. Ne de olsa artık dünkü yaşanan olaylardan dersimizi almıştık ve zor şartlar için ilk fırsatta depo yapıyorduk :)

Kahvaltı sırasında etrafıma bakınırken dikkatimi çeken bir şey oldu.


İçkilerin bulunduğu yerde dolabın üzerinde bir hayvan vardı. Bir an için canlı mı değil mi diye tereddüt etsem de daha sonradan hayvanın doldurulmuş olduğunu anladım.

Sohbetlerden öğrendiğim kadarıyla hayvanın bölgede çıkardığı ilginç tiz sesler nedeniyle oldukça popüler olduğunu, hatta organizasyonlarda maskot olarak dahi kullanıldığını öğrendim.

Bu bilgi aynı zamanda dünkü tırmanışın son kilometrelerinde duyduğum fakat bir türlü anlamlandıramadığım garip seslerin sebebini de açıklıyordu. 

Neyse odamıza çıkıp eşyalarımızı topladık. Tam odadan çıkacaktık ki birşeyi yapmayı unuttuğumu farkederek geri döndüm ve odamızın tuvaletinin fotoğrafını çektim.


Beni yakından tanıyanlar farklı tuvalet tasarımları konusundaki merakımı bilir. Özellikle de yurtdışına çıktığım zaman mutlaka tuhaf bir tuvalet ile karşılaşırım ve mutlaka fotoğraflarım. Bu da onlardan biriydi benim için ... 

Sağdaki tuvaletin alafranga kısmı soldaki ise taharet için kullanılan kısmı ... Değişik bir kombinasyon ve yerleşim :)

Aşağıya indik, heybelerimizi bisikletlerimize yükledik. Bugünkü rotamız şu şekildeydi ;

 
Dikkatli bakarsanız yolun tamamına yakınının iniş olduğunu farkedeceksiniz. 

O kadar tırmanıştan sonra böyle bir inişi hakettik artık. Her tırmanışın bir de inişi var dimi ama :)

Otelin arka tarafında kalan İsviçre dağları

Otel önünden, gideceğimiz yöne doğru bakış

Otelin önünden yola doğru ilerliyoruz. Yolda çok sayıda bisikletli ve motor ile birlikte tepeye doğru sürmeye

başlıyoruz. Dağlarda kar gözükmekle birlikte yolda kardan eser yok.Yaklaşık 1 kilometre kadar sürdükten 

sonra tepeye, ziyaretçileri ile birlikte adeta bir kasaba havasına kavuşmuş bir yere geliyoruz.



Bu nokta bisiklet ve motorseverler için çıkılabilecek olan zirve noktası.

Tepede çok sayıda hediyelik eşya dükkanı, yeme içme yerleri ve benzeri işletmeler var. 

Günün erken saatinde yola koyulan birçok kişi güne keyifli bir sürüş yapmak için bu noktaya geliyor.

Kimisi Avusturyadan, kimi Hollanda'dan dünyanın birçok yerinden insan buradaki atmosferi yaşayabilmek için kilometrelerce öteden kalkıp geliyor.





Geldiğine dair bir iz bırakabilmek için de Stelvio tabelasının olduğu yere ait olduğu grubun sticker'ını yapıştırmayı da ihmal etmiyor. 


Etraftaki mağazaları hızlıca gezip, etrafa bakındıktan sonra yavaşça inişin başlayacağı manzaralı yola doğru ilerliyoruz.




Kafamızı hafiften aşağıya doğru eğdiğimizde gideceğimiz yol, kıvrım kıvrım tüm detayı ile beliriyor.



İnanılmaz doğrusu ...

İnsan  böyle bir manzara ve yolla karşılaşınca ne diyeceğini bilemiyor gerçekten. 

Böyle bir güzelliğin içinde olduğunu hissetmek insanda anlatılamaz duyguları tetikliyor. 

Sevineyim mi, heyecanlanayım mı, şaşırayım mi hangisini yapacağımı bilemiyorum.
İçinde bulunduğum ortam çok uzun süredir hayalini kurduğum, kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel ve destansı bir yer olunca duygular dizelere doğru akmaya başlıyor aniden ...

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
                                                  bu kadar mavi
                                                  bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                                  kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım ...


Ardından da o güzelim soru gelir akıllara ;

"Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne de ak örtüde elmaların
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin”

O anki hislerimi anlatabilmek pek mümkün değil. Hele ki aşağıya doğru yavaş yavaş kendimizi rüzgarın kollarına bırakırken hissettiklerimi. Bir yandan altımda yaklaşık 25 kilo ağırlığında bir bisiklet, sağ tarafımda bir ressamın elinden çıkmış kadar güzel ve muhteşem manzara, önümde ise aniden keskin bir şekilde almam gereken virajlar. 

O an bir yanım "aman dikkatli ol, sakın düşeyim deme" derken diğer yanım "biraz hızlı gitsem o kadar da sorun olmaz, buraya kadar geldin şu anı yaşa diyordu".

İnsanın gerçek anlamda kafasının karıştığı dakikalar ... Duyguların aklın adımlarca önüne geçtiği anlar. 

O muhteşem yerden 50 hatta yeryer 60 kilometre hızı görerek ama bir yandan da tedbiri elden bırakmadan indim. 

Öleceksek de, kolumuz bacağımız kırılacaksa da burada kırılsın ne olacak ya, fikri galip gelmişti.

O an, bu his o kadar yoğundu ki, hiçbirşey onu engelleyemezdi.

Dağların tepesinden çağlayarak inen sular gibi döne döne indik o güzelim virajları ...


 

 


Epey uzun bir iniş sonrasında kaçınılmaz olarak ellerimiz fren sıkmaktan yoruldu. Biraz durup 

soluklanıyoruz. Bir yandan da ne tarafa gitmemiz gerektiği konusunda da durum tespiti yapıyoruz.


Yavaş yavaş yerleşim yerleri gözükmeye başlıyor. Fakat hala nerede ise pedal çevirmememize rağmen 
 bisikletlerimiz yolun muhteşemliği ile nerede ise yolda akıyor. 

Yerleşim yerlerinden geçerken dikkatimi çeken bir detay var.




Tur boyunca nerede ise istisnasız olarak tüm evlerin balkonlarında birbirinden güzel, rengarenk çiçekler gördüm. Bu kadar güzel, iç açıcı çiçeği birarada görmemiştim doğrusu.

Tüm balkonlardaki çiçekler o kadar bakımlı ve o kadar güzel gözüküyor ki insan acaba bunlar yapay mı diye düşünmeden edemiyor. İkinci bir ihtimalde yerel yönetimlerin insanları balkonlara çiçek koymasını zorunlu kılması olabilir. 

Hiçbiri değildi tabi ki ...

Büyük ihtimalle sorunun cevabı, insanların keyfe ve estetiğe verdikleri önemden kaynaklanıyor.

Özellikle yurtdışına çıktığımda (bu turda dahil olmak üzere) ister istemez gittiğim yeri, ülkemizle kıyaslamak kaçınılmaz oluyor. Diğer ülkelerin bizden en önemli ve en hissedilir farklarından birisi estesik algısı oluyor.

Bunu bir heykelde, bir restorantta, sokakta her yerde ama her yerde hissetmek mümkün.

Balkonda ki çiçekleri düşündükçe aklıma bunlar geliyor tekrar tekrar.


Bir süre sonra anayoldan ayrılıp bisiklet yoluna dahil oluyoruz. Fotoğrafta da gördüğünüz üzere yollar tek kelime ile muhteşem. 



Girdiğimiz bisiklet yolu Eurovelo rotası içerisinde bulunmamakla birlikte, insanlar için bu kadar özenli ve güzel yollar yapmış olmaları hepimizi hayrete düşürdü açıkçası. 

Yol boyunca hafif eğimle aşağıya doğru inerken yolumuzun üzerinde sağlı solu elma ağaçları görüyoruz. Hatta o kadar çok elma ağacı görüyoruz ki ilk başlarda yaşadığımız “beleş elma” hissiyatını bile yaşamıyoruz :)

Sonradan  bir kafede bu bahçelerden elde edilen elma suyunu keyifle içme fırsatını saymazsak tabi.



Bisiklet yolunda bir süre sürdükten sonra bu yolların daha önceden tarlalar arasında ulaşımda kullandığı izlenimini edindim.

Gittiğimiz yolun tamamına yakınında elma bahçelerinin ve tarlaların arasından geçtik. Muhtemeldir ki zamanında yerliler tarafından kullanılan bu yollar daha sonra turistik ve sportif bir hal de alarak bisiklet yolu haline gelmiştir diye düşündüm.


Stelvio Pass inişinden sonra sağlı sollu Almanca tabelalar ve evlerin balkonlarında  Almanya bayraklarını gördük. Bir an fazla tırmandık da Almanya’ya mı geldik acaba diye şaka yolu düşünsem de daha sonra işin aslını öğrendim :)

Bulunduğumuz bölge otonom Alman bölgesiymiş. Bu bölgede daha çok Alman kültürü yaygın olmasına karşın İkinci Dünya savaşı zamanında İtalya bu toprakların sahibi olmuş.Burada ki halk ise aksine kendini İtalyan olmaktan ziyade Alman olarak tanımlıyor. 

Ayrıca İnsanların dışgörünümleri de yeterince Alman bunlar hissiyatı veriyor ... İtalyanlara benzediklerini söylemek pek mümkün değil.

Yolda ilerledikçe gördüklerimiz bölgenin ekonomik olarak da oldukça zengin olduğunu hissini bize veriyor.Bölge planlı programlı bir şekilde inşa edilmiş, her  şey en ince detayına kadar düşünülmüş ve herşey pırıl pırıl.

Daha önceden böyle bir otonom bölge olduğunu bilmediğim için gördüklerime önceleri çok şaşırdım.

Tur sonrasında ise İtalya’da gezip gördüğüm yerler arasında en hayran kaldığım bölge burası oldu.

Bölge iklimin, yüksekliğin ve Alp dağlarının etkisinden olsa gerek yemyeşil. Etraf rengarenk ve pırıl pırıl. Hava o kadar temiz ki bunu nefes alırken bile hissedebilmek mümkün.



Burada ki gördüklerim ve yaşadığım iklim bana Karadeniz'de yazın vakit geçirdiğim zamanki havayı ve ortamı hatırlattı. Kendimi Doğu Karadeniz'de hissettiğim anlar bir hayli sıktı.


Ve an gelir bisiletçiler acıkır...

Bisiklet yolundan çıkıp, yerleşim yerine doğru yönelerek market aramaya başlıyoruz. Alışverişimizi yapıp, gölge biryere yerleşip karnımızı güzelce doyuruyoruz.


Bu sırada gözümüze birşey takılıyor. O da ne !!! Bisiklet yolunun kenarında bir hortum. Celal orada başını yıkıyor hemen. Bu sıcaklarda serinlemek şart tabiki ...


Yemek sonrası biraz kestirdikten sonra yola devam ediyoruz. 


Az gittik uz gittik. Akşam saatleri geldi çattı. Kendimize yatacak yer bulmamız gerekiyordu. Önceki başarılı deneyimimizden dolayı küçük bir yerleşim yerindeki kiliseye doğru yöneldik. 

Çadır kuracak bir yer gözümüze kestirdik fakat çadırları açmaya da çekindik. Çünkü bu sefer çadır koyacağımız yer, evlere oldukça yakındı ve hava daha henüz kararmamıştı. Birinin bizi şikayet etmesinden korkarak hemen yerleşmek istemedik. Kilisede papazı bulursak izin isteriz diye düşündüysek de kilisede kimseyi bulamadık. Öyle mi böyle mi derken o bölgeden biraz daha uzaklaşıp çadır kuracak uygun  bir yer aramaya koyulduk.

Çok uzun süre pedal çevirdiysek de bir türlü uygun bir yer bulamadık. Sonunda hava iyiden iyiye kararmaya başlayınca önünden geçtiğimiz evlerden birinin önünde durduk. Bahçede biz yaşlarda birisi bahçeyi suluyordu. 

İki katlı şık güzel bir evleri ve oldukça büyük bahçeleri  vardı. Merhaba diyip yanaştıktan sonra durumu izah ettik ve kalacak bir yer aradığımızı, sorun olmazsa bahçede kurmak istediğimizi söyledik.

Adam önce yüzümüze şaşkın ifadelerle baktıktan sonra bir abime sorayım dedi ve uzaklaştı. O sırada biz evin garaj kapısının önünde beklemeye başladık. Birbirimiz anlamsız bakışlar ile süzüp, yeryer de gülmeye başladık.

Ne diyecekler acaba diye konuşmaya başlamıştık ki beyaz boyalı garaj kapısı yavaş yavaş önümüzde açılmaya başladı. Biz durumun şaşkınlığını yaşarken, yukarıdan birisi gelin gelin diye işaret yaptı .

Aman alahım o an ki yaşanan mutluluğu anlatmak mümkün değil. Yatacak yer bulmuştuk daha ne olsun ...


Neyse hızlı ayaküstü klasik sohbetlerden sonra hava daha da kararmadan çadırımızı kurmaya yöneldik.


Tam çadır kurulmak üzereydi ki bahçede gördüğümüz adam ve eşi geldi. Karnımızın aç olup olmadığını sordular. Biz de nezaketen yanımızda yiyecek birşeyler var teşekür ederiz desek de PASTA! PASTA! diye tutturdular. Biz de kırmamak için boynumuzu büktük :)
 

Çadır kurma işi bitince evin balkonuna geçtik. Orada bizim için hazırlanmış olan pastadan yiyip, içeceklerden içtik. Sohbet muhabbet yemek sırasında koyulaştı tabiki. 

Hikayemizi anlatıp, yaptıklarımızı paylaşınca ev sahipleri o kadar heyecanlandılar ki anlatamam. Biz de birileri bizi bu kadar heyecanla karşıladığı ve bizim için birşeyler yapmak istediği için ayrıca mutlu olduk. 

Yemek sırasında iki farklı deneyimim oldu. Onlarla ilgili iki kelam etmek gerekirse ilki susayıp su içtiğim zaman gerçekleşti.

Su diye verdikleri şeyi içtiğimde, içtiğim şeyin oldukça tatlı olduğunu farkettim. Bir an noluyoruz diye kıllandıysam da daha sonradan bunun sebebini öğreniyorum. Suyun içerisine özellikle bu bölgede yetişen bir çeşit anasonu syrup halini ilave ediyorlarmış. Suyun bu sayede biraz daha tatlı ve içilebilir hale geldiğini söylediler.

İkinci ilginç deneyim ise grappa deneyimimdi. Yemek sonrasında ev sahibi grappa içmek ister misiniz diye sorunca ben ve Celal hiçbirşey anlamadık haliyle. Daha sonra grappa denilen şeyin İtalya da özellikle yemeklerden sonra içilen, genellikle meyvelerden elde edilen şişkinliğe, hazımsızlığa iyi geldiği bilinen bir likörmüş.


O gece içtiğimiz grappa cevizdendi ve ev sahibi bunu kendisinin bahçede bize parmağı ile gösterdiği ağaçtan  yaptığını söyledi.
Ne büyük şanstı ki böyle güzel bir tadı kaynağından keyifle içme şansı bulduk.

Grappaları içip tatlı sohbeti de tamamladıktan sonra, "isterseniz evde de kalabilirsiniz" diye davet edildiysek de, daha fazla şımarmamak için yavaş yavaş çadıra doğru yöneldik.

Güzel bir günü güzel bir akşam ile taçlandırarak günü tamamlamış olduk. 

Sıradaki yazı ; Trento'da Türk günü ...

































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder