20 Nisan 2016 Çarşamba

Koala in Batman

Bu sefer hiçbir şey planlandığı gibi değildi. Yani planlama aşamasına dair hiçbir katkım olmadı. Sağolsun herşeyi devletimiz düşünmüştü ve bu hizmeti ayağımıza kadar getirmişti. O hizmet neydi kardeş bize de de hele diyorsunuz değil mi? Yoksa duymadınız mı zorunlu tatil hizmetini ...

İnanılmaz bir fırsat, inanılmaz bir deneyim.

Neyden mi bahsediyorum, tabi ki devletimizin doktorlara getirdiği, uyguladığı zorunlu hizmetten ...

Kelimelere uzaktan bakınca nasıl görünüyor bilmiyorum ama zorunlu kısmını kaldırıp, yerine tatil kelimesini koyunca herşey pek daha renkli, pek daha bir geçici gibi geliyor. Yani biraz da zorunlulukları keyifli hale getirmenin yolunu şimdilik böyle buldum ben. Çevredeki ölümleri kalımları, savaşları, yoksulluğu, üç maymuna bağlayarak pas geçiyorum. No puedo hablar...  Söylenesi çok söz var, not düşülsün lütfen! 

Neyse ben tuttuğum kısımdan yani tatil kısmından bahsedeceğim bu yazıda. Yeni geldiğim şehri, şehrin hikayelerini, yakaladığımı düşündüğüm detayları paylaşmaya çalışacağım. Peki bunu neden mi yapıyorum?

Bunu yapma sebeplerimden birincisi gezi anlayışımın biraz değişmesi sanırım. Yani gezmek için illaki çok büyük bir yer değişikliği yapmak gerekmiyor gibi geliyor artık (yoksa yaşlanıyor muyum lan :). Geziyi ya da farklı seyirleri, olduğunuz yerden aynı nesnelere farklı açılarla ya da farklı kişilerle yapmak da mümkün sanki... İkisinin de dadı başka tabi ki ama bulunduğum yerde öğrendiğimi düşündüğüm şeylerden birisi de bu oldu. Dışa yolculuk yanısıra içe doğru yolculuk da pek bir keyifli. Bu söylediklerin tam olarak gezi yazısı konseptine girer mi derseniz bence girer diyerekten yoluma yani yazmaya devam ediyorum :).

Bu girişimimdeki ikinci sebep ise becerebildiğim kadarıyla bir köprü vazifesi görebilme, uzakları yakın kılabilme, yönetilen algı dünyamızı saygı duruşuna çağırıp iki saniye sukunete davet etme ve insanı, yaşamı olup biteni anlamaya dair bir minnak bir girişim.

Ben 29 yaşında uzman doktor olarak zorunlu hizmet görevini yapmak üzere doğuya ya da güneydoğuya adı neyse, illerden de Batman’a hekimlik yapmak üzere gönderilmiş bir insan evladı, kozmoza bakacak olursak ise toz zerresinden de küçük, daha minnak sıradan bir türümün bir örneğiyim.

Bu yazı dizisinde Batman’da zorunlu hizmet sırasında yaşadığım ilginç şeyleri deneyimleri öyküleri paylaşmak istiyorum. Umarım bunu başarabilirim.

Buraya geldiğimde ilk hissettiğim en büyük duygu şuydu ; belki bir çok Avrupa ülkesini gördüm, belki Ankaranın batısında gidilmedik yer bırakmadım ama geldğim bu yer bana gittiğim yurtdışındaki ülkelerdeki yaşadıklarımdan daha uzak gibi hem de bir o kadar yakın gibiydi. Geldiğimde hissettiğim yabancılık hissini en güzel Sting'in Englishman in New York parçası anlatabilir sanırım ( https://www.youtube.com/watch?v=d27gTrPPAyk ). Ama zaman geçtikçe şunu gördüm ki bana uzak gelen şeyler aslında düşündüğüm kadar da uzak değil hatta onlar benim çok önemli parçalarımmış. Kendimi burada bulmaya başladım. Kendimi “batılı” sanırken aslında bir o kadar da “doğulu” olduğumu farkettim.

Batıya doğru gittikçe doğuya mı gitmiştim yoksa uzaklar uzak olmaktan mı çıkmaya başlamıştı. Yoksa hepsi Polyannanın çizdiği bir tablo muydu? Yok hayır değil. Ben bizi, bizi biz yapan şeyleri bu ülkeyi ülke yapan, yaşanılır kılan, keyifli kılan, heyecanlı kılan ve vazgeçilmez kılan şeyleri görmeye başladığımı, dokunmaya başladığımı hissediyorum.

Yaşım her geçen sene artıyor olsa da bu artışın tersine bir çocuk gibi kendini keşfetmeye başlamak, kendini daha iyi tanımlayabildiğini algılayabilmek ne kadar da tezat aslında. Ama bir o kadar da içiçe ...

Büyüdükçe küçülmek böyle mi oluyor acaba?

Neyse yolculuğa başlayalım bir yerden. Haydin hevaller, satırlar bizi bekler J

16 Ağustos 2015 Pazar

Karia ile tanışma ...

Tüm yolculukların, öncesi ve sonrasıyla birbirini tamamlayan özgün hikayesi ve de ruhu olduğuna inanıyorum. Yola çıkma fikrinin oluştuğu dönemde ve yola çıktıktan sonra yaşanan deneyimlerde ki bütünlüğün ve özgün ruhun algılanması bir çırpıda güç olsa da biraz deşince gerçeklik gün gibi açığa çıkar.

İşte yeni bir hikaye sayesinde harekete geçme zamanı geldi.

Bu sefer ki hedefim Karia Yolu'ydu. Aşağıdaki şarkı da bu yolun şarkısı oldu benim için ...




Uzun süredir yürüyerek gezme fikri aklımın dehlizlerinde gezine dururken bir anda bir şekilde bir hikayeyle bir yerden patlak verdi ve kendini gerçeklik dünyasına atıverdi.

Dolayısıyla da gerçekliğin üzerine doğru bir yürüyüşte böyle başladı. Ve gerçekliği adı Karia oldu.



Karia Yolu

Yolu yürümeye karar verdikten sonra ilk olarak internet üzerinden Karya yolu ile ilgili olarak hazırlanmış http://www.kariayolu.com/ sitesini inceledim öncelikle. Ardından internet sitesi üzerinden kitap siparişi verip yolu daha detaylı incelemeye karar verdim. Merak edenler için şimdiden belirtmeliyim ki kitabın şuan için piyasada Türkçe versiyonu bulunmamakta dolayısıyla da mecburen sadece İngilizce versiyonunu alınabiliyor. Kitapta yola ilk defa çıkacaklar için öneriler, parkurlarla ilgili detaylı bilgiler ve Karia yolunu kapsayan büyük bir harita bulunuyor. Kitapın büyük kısmını okudum, genel anlamı ile iyi gözüküyor fakat kitapla ilgili sağlıklı değerlendirme tabiki ancak ve ancak kitabın uzun yoldaki verimliliği ile ölçülebilir .

Bu aşamayı geçtikten sonra uzun mesafe yürüşü ile ilgili birşeyler okumak gerekiyordu. İnternette çok sayıda site inceleyip kendimce bilgi edinmeye çalıştım. Okudukça anladığım tek bir şey vardı o da bu iş sanıldığının aksine oldukça ama oldukça komplike olmasıydı.

İşin teorik yükünü kısmi olarak yüklenip pratiğe dönebilmek adına sahaya inmeye karar verdim. Daha öncesinde uzun mesafeli yürüyüş yapmamış olmamdan dolayı kafamda kimi büyük, cevaplanması gereken başlıklar vardı. Bunlar ; uzun yürüyüş sırasında su tüketimi, gıda tüketimi, yol güvenliği, yol işaretlemelerindeki uygunluk en önemlilerinden bazılarıydı.

Sorulara yanıtlar ise ancak gerçekliğin kendisi ile yüzleşerek olabilirdi. Bu yüzden de sırt çantamı kabaca uzun yola çıkacakmışçasına hazırlayarak arabama atlayıp Çine'nin Karpuzlu beldesine gittim.


Karia ile tanışma ...

Karia yolu bu beldede bulunan Alinda antik kentinden başlıyor. Antik kent girişi beldenin içerisinde bulunduğu ve araba park edecek uygun yer pek bulamadığım için oranın yerlilerinin yönlendirmesiyle sonradan Alindanın çıkış kısmı olduğunu öğrendiğim daha yüksek bir yerdeki park yerine arabamı koydum.

Dolayısıyla yürüyüş rotasının geçtiği yaklaşık 1,5 km'lik antik kent kısmını pas geçtim. Arabayı park ettikten sonra otoparkta çalışan güvenlik görevlisiyle ayaküstü sıcak bir sohbete girip civarla ve Karya yolu ile ilgili pratik bilgiler edindim. Arabadan yaklaşık 10 kg ağırlığındaki sırtçantamı alıp başladım yürümeye ...

İlk hedefim görevlinin bahsettiği tabelayı bulmaktı buraya kadar herşey iyiydi ancak tabelayı fotoğraflamaya çalıştığımda farketiğim bir şey vardı. O da telefonumun kamerasını bozulmuş olduğu ya da bozulmaya meylettiği idi. Buraya kadar gelip herşeyi fotoğraflamak varken ilk dakikada golü yemek çok can sıkıcıydı.

Dolayısıyla yürüdüğüm parkur ile ilgili aktarabileceğim çok fazla fotoğraf ne yazık ki yok ancak zorla da olsa alabildiğim kareleri paylaşmak isterim ...

































Karia yoluna ilk defa gidecekler ya da yürüyerek ilk defa uzun yol almayı düşünenlere notlar ...

* Sırtımda 5 litre su, 2,5 kg çadır, tulum, yiyecek, kıyafet, bel çantası ve adımsayar, mp3 player,güneş enerjisi paneli gibi teknolojik aygıtlarla gittim. Sonuç olarak toplam 10 kg yakın ağırlığım vardı.

*Molaları çıkarırsak yaklaşık üç saat yürüyerek 8 km yol kattetim. Tekeler köyüne yaklaştığım düşündüğüm noktadan geriye döndüm. Bu kadar az yürümemin sebeplerinin başat sebebi ise yolda devamlı telefonu düzeltebilmek için sık sık ara vermek zorunda kalmamdı. Bunun dışında işin ruhunu hissettiğimi düşündüğüm anda yolun da süprizini kaçırmamak adına dönüş yoluna koyuldum.

*Yol ile ilgili aklıma takılan başlıklardan olan işaretlemelere değinmek gerekirse işaretlemeler kimi yerlerde oldukça silikleşmiş olsa da fena sayılmazdı. Dikkatli olunursa işaretler yürüdüğüm kısımda oldukça yol göstericiydi. Kimi yerlerde gidilmesi gereken yolları gösterdiği gibi gidilmemesi gereken güzergahı da işaretlenmişlerdi. Her ne kadar kimi zaman yolumu kaybetmeyi başarsam da işaretlemeler oldukça başarılıydı.

*Bu yolu yürümenin dışında bisikletle katetme gibi fütüristik planlarım vardı ancak anladım ki bu yol hiç ama hiç bisikletlik değil. Yol kimi yerlerde oldukça dik olması bir yana, yer yer türlü çeşitli dikenlerin arasından geçmeniz gerekebiliyor (Bu da bisikletseverlere bir dipnot olsun).

*Mevsim yaz, aylardan da Ağustos olduğu gözönüne alınırsa deneme yapmak için bile hiç uygun bir zaman değildi. Deneme yamulma yöntemiyle bunu teyit etmiş olmak acı da olsa pek fazla şansım yoktu. Hava çok sıcak olduğundan t-shirtüm sırılsıklam oldu. Mevsim dolayısıyla genel uzun kollu giyinme önerilerine uymayarak, yola rahat edeceğimi düşündüğüm t-shirt ve şort ile gittim. Ancak yürüyüş parkurunda acı bir şekilde gördüm ki dikenler dallar derken kollarım ve ayaklarım bayağı bir çizildi. Dolayısıyla genel geçer önerilerin doğruluğunu bir şekilde öğrenmiş oldum.

*Kısa bir mesafe yürümüş olmama karşılık çok fazla su kaybettiğimden dolayı devamlı su içmek istedim. Sanırım yaklaşık 2  litre su içmişimdir bu kısa sürede. Mevsim her ne kadar ekstrem bir durum olsa da yolda genelgeçer önerilen  en az 3-5 litrelik su taşıma gerekliliği anlamış oldum.

*Yük taşıma konusunda okuduğum kaynaklarda çok fazla zorluk anlamında bir dipnot yoktu, birkaç yerde "zamanla insan zaten alışıyor" tadında yorumlar vardı. Yine bunu doğrularcasına başlangıçta biraz zorlansam da ardından sırtımdaki yükleri hiç hissetmedim desem yeridir. Mola verdikten sonra yük taşımak çok sıkıntı değil. (Gerçi gerçek bir uzun yol yürüyüşün de bu ağırlık 20 kg'a kadar yaklaşacak olsa da genel kanım adapte olunabileceği yönünde)

Yol ile ilgili paylaşabileceğim, aklıma gelen  kısa ve primitif deneyimlerim bunlar.

Yol sırasında yaşadıklarımı not almak yerine mp3 player'ıma sesimi kaydettim. Bunları da arzu eden olursa, faydalanmak isterse diye  aşağıya ekledim. Hatta yazıdan daha keyifli ve yararlı olacağı kanısındayım. Ses kaydını dinleyenler sadece kayıtlarda bahsettiğim birkaç komik anımı da öğrenmiş olacaklar :)






Deneyimlerim çok basit kaçsa da internette Karia yolu ile ilgili ya da, yürüyüşle ilgili çok fazla yazı bulunmadığımdan, bu basitlikten faydalanmak isteyenler olur belki diyerek paylaşımda bulunmak istedim.

Karia yolu ile ilgili asıl yürüyüş planım 180 km'lik mesafeyi kapsamakta olup bu yürüyüş daha çok simülasyon amaçlıydı. Planda son dakika değişikliği olmazsa yürüyüş, Eylül ayı ortasında, sıcaklar biraz ortadan kalktıktan sonra tek başıma olacak (Tabi katılmak isteyen olursa yol arkadaşlarına da her zaman açığım :) Dolayısıyla uzun yol yürüyüşü ile ilgili ekipman ya da yol ile ilgili araştırma ya da incelemelerim devam ediyor. Yeni birşeyler öğrendikçe paylaşmaya devam edeceğim ...

Bu arada son olarak aklıma gelmişken paylaşayım, yola çıkma ya da yoldaki ruh halleri ile ilgili şu filmi izlemenizi de öneririm. Karia yolu ve yürüyüşe dair şimdilik bu kadar ...



16 Kasım 2014 Pazar

Diren zeytin


Gezi yazıları yazmanın bende yarattığı en olumsuz yan, okuyanları tek başına birşeyler tüketmeye, para harcamaya yönlendiriyor olma hissidir. Gezi yazıları yazmaya yeni başlamış olsam da bu his zaman  zaman yazmaktan soğumama bile neden olabiliyor.

Paylaşmak istediğim bu yazıda ise durum biraz farklı. Bu yüzden içim oldukça rahat.

Rahatlamama sebep olan “gezi” yazısı ise bir süredir zeytin ağaçları kesilmesin diye direnişte olan Soma’nın Yırca köyündeki güzel insanlara ve olaylara dair.

İnternette, gazetelerde Yırca ile ilgili haberleri duyduğumdan bu yana oraya gitme ve insanları yaşam alanlarında ziyaret etme isteğim vardı. Hatta kendime rota çizip, çadırlı bir bisiklet turu yapmayı bile planladım fakat bir türlü gidemedim. 

Cuma günü bu haftasonu yine gidemeyeceğim diye düşünmeye başlamıştım ki bir heyecanla aslında bu fikrin ertelenmemesi gerektiği üzerinden Cumartesi günü Yırcaya arabayla gitmeye karar verdim. 

Ayrıca bu ziyarette heyecanıma ortak olan Begüm de bana eşlik etti.

Akşamdan sözler verildi ve sabahtan buluşuldu. Yolda güzel demli çaylarla kahvaltı yapılıp, keyifli uzun sohbetler eşliğinde yaklaşık 1 saat 40 dakikada Soma’ya ulaştık.


Soma giriş tabelasının hemen ardındaki Yırca okunu takip ettik. Köye giden yol üzerinde bulunan ve önünde çok sayıda sıra sıra kamyonun beklediği Soma termik santralin yanından geçtik.  Köy orada mı burada mı derken nihayet zeytin nöbeti oklarını bulduk.

Dışarıya adım atmamız ile birlikte yol üzerindeki termik santralden geliyor olması muhtemel ağır kokuyu hissettik. Okları takip ederek toprak yoldan aşağı yürümeye başladık. Yürüdükçe gideceğimiz yer belirginleşiyor ve bizim gibi buraya gelmiş çok sayıda ki araç ve minibüsü görüyorduk. Sonunda arabaların yanına gelmiştik ki sol tarafımızda kalan alanın medyadan izlediğimiz, o vahşi katliamın yapıldığı, güzelim ağaçların yattığı yer olduğunu fark ettik.





Yürümeye devam edip insanların toplandığı alana doğru ilerledik.  Buraya geliş amacım; olan bitenlere tanık olmak, mümkünse birer ağaç dikmek ve insanları biraz dinlemekti. Lakin insanların yanına geldiğimde ilk olarak ne yapmam gerektiği konusunda hiç bir fikrim yoktu. Kısa süreli anlamsızlık ve yabancılaşma hissini üzerimden attıktan sonra yavaş yavaş insanların arasına karışmaya ve onları gözlemlemeye başladım.

Etraftaki insanların bir kısmı dilek ağaçlarına çaputlar bağlıyor, bir kısmı orta yaşlı bir abinin bağlamasından dökülen nağmeleri dinliyordu. 


Diğer yandan ise çocuklar yazılama duvarına büyük bir aşk ve neşeyle birşeyler yazıyor, başka bir grup ise ateş etrafında çaylarını yudumlayarak sohbet ediyorlardı. 




Ortamın keyfini hissedip biraz etrafa dokunduktan sonra ağaçların bulunduğu yöne doğru ilerledik. Alanı daha iyi görebileceğini düşünerek önce köy çocuklarının da tırmandığı bir tepeye doğru çıktık. Buraya tırmanması sandığımız kadar kolay olmadı fakat tepeye çıktığımızda yapılan katliamı yukarıdan görme şansını bulduk. 





Derin düşüncelerle boğuşmaktan bir an sıyrılıp tepede yanlarına yanaştığımız çocuklarla kısa ama keyifli bir sohbete giriştik ve gerçek anlamda Yırca ile ilk temasımız böylece başlamış oldu.


Tepede biraz soluklanıp oturduktan sonra katliamın olduğu alanda uzaktan ne yaptıklarını seçemediğimiz insanların yanına gittik. Yanlarına yaklaştıkça yaşanan zulmü ve vahşeti yakından hissettik. Üzerlerinde binlerce zeytin bulunan güzelim zeytin ağaçları birbir yerinden edilmiş toprağa serilmişti.  Gördüklerim bana savaş filmlerinde izlediğim kadınların, çocukların ve birçok sivilin öldürüldüğü ve cansız bedenlerinin bulunduğu savaş alanlarını anımsatıyordu. Saldırıya maruz kalanların kendilerini savunabilmesi mümkün değildi bu sefer çünkü onlar sadece ağaçtı. İnsan olmaya dair derdi davası olanlar onlarlaydı fakat sonuç alınamamıştı bir şekilde ve boyunları bükük bir şekilde yerde yatıyorlardı. 








Katliam alanından içimiz cız ederek insanların toplandığı alana doğru ilerledik. Yanlarına varıp ne yaptıklarını sorduğumuzda bize köylülere zeytinleri toplama konusunda yardım ettiklerini söylediler ve biz de yere eğilip başladık zeytinleri toplamaya.




Katliam sırasında o kadar çok zeytin yerlere saçılmış ki anlatılması imkansız. Bu zeytinleri hasat zamanını geldiği bir dönemde ağaçtan toplamak yerine yerlerden toplamak ise oldukça zordu. Bizimle beraber zeytinleri toplayan köylülerle konuştuğumuzda yere saçılan zeytinlerin bu haliyle sadece sıkmalık olabileceği ve oldukça düşük paralara satabileceklerini bahsettiler. Zeytin toplama sırasında selamlaşmalar, konuşmalar derken sohbet akmaya başlamıştı. Herkesin dilinde bir öfke ve kızgınlık vardı. Herkes bir yandan köylülere yardımcı olabilmek için yerden tek tek zeytinleri toplarken diğer yandan ise hislerini etraftaki insanlarla paylaşıyordu. 

Ortam bir an için ölüm sonrası gidilen yas evini anımsattı bana ve içimi bir hüzün kapladı. Ölüm sonrası hissedilen o çaresizlik hissi, birşey yapamama ve artık gideni geri döndürememe hissi ...

Kesilen ağaçlar kesilmişti ve geri dönüşü pek o kadar da kolay değildi. Bir zeytin fidanını toprağa dikip tekrar bir avuç zeytin alabilmek için tam 15 yıl gerekiyormuş. 

Düşünün 15 koca yıl ...

Verilen emeği ve o sabrı düşünün ...

Yapılan zulmü, zalimliği şimdi tekrar düşünün. Yaşanan toprak ananın çocukları olan bu zeytin ağaçlarının dramı.

Gerçi bu topraklarda dram hiç bitmiyor. Daha yakın zamanda 301 insan toprağın altında can vermişken 6000 ağaç nedir ki değil mi devlet büyükleri.


Neyse biraz daha ötede oturan bir başka grubun yanına doğru yöneldik. Sadece köylülerden oluşan bu grup da zeytin topluyordu. Onlarla da kısa bir sohbet edip, dertlerini, yaşanan olayları onların dilinden dinledik.

Tüm sohbetleri toplayacak olursak aklımda kalan başlıklar;

*6000 ağacın bulunduğu alan birden fazla köye ait ve köylülerin bir kısmı kamulaştırmayı kabul ederken bir kısmı ise kabul etmemiş

*Kabul edenlerin de etmeyenlerin de tüm ağaçları bir gecede kesilmiş

 *Zeytinleri kesilen insanlar paralarını almış olsalar dahi artık bu civarda kurulacak yeni santral ya da işletmelerle eskisi gibi yaşayamayacaklarını ve çocuklarının, torunlarının bu topraklarda yaşamlarını sürdüremeyeceklerinin farkındalar

* Kamulaştırma bedellerini almış olmalarına karşın konunun hala tartışılır olması, dava sürecinin devam ediyor olmasına rağmen  hasat zamanı gelen zeytinlerin apar topar yangından mal kaçırır gibi kesilmesine tepkililer

*Ağaç üzerinde iken toplaması daha kolay olan ve satışlarından da daha çok gelir edebilecekken böyle bir kıyımın olmasına dair öfkeliler

*Civarda zeytinlik alan dışında düz alan çok fazla olmasına karşın bu alana göz dikilmesine bir anlam veremiyorlar

*Yıkım öncesinde işe alınan güvenlik görevlilerinin bir kısmı köydeki insanlardanmış fakat bu olaylardan sonra onları da işten çıkarılmışlar

Konunun tüm detaylarına hakim olmadığımdan dolayı keskin cümleler kullanmak ve ezberden konuşmak istemiyorum. 

Fakat sonuç olarak köylüler bu ağaçların kesilmiş olmasına oldukça tepkili.

Burada yaşanılanları özetleyecek bir şey varsa onu da kıyımın olduğu alanda dönüş sırasında sohbet ettiğimiz bir abimiz söyledi.

Sesi hala kulaklarımda ...

Doğurmasına az kalmış hamile bir kadın hiç öldürülür mü? Nerede yazar bu ? Kim kabul edebilir bunu ve neden yapar?”

İşte akılara takılan ve hisleri özetleyenler bunlar. 

Dönüş yoluna geçmeden önce köylülerin toplandığı yere tekrar geri dönüp dayanışma için kurulmuş sofraya yönelip birkaç lokma birşey yedik. İnsanlarla biraz daha sohbet ettikten sonra oradakilerle vedalaştık.

Köylüler oraya gelen insanları evlerinde ağırlarcasına ellerinden gelen tüm imkanları kullanarak sevgi ve özenle sundular. Bunun sonucu ve dayanışmanın yarattığı mutlulukla, bölgeden ayrılan insanlar köylülere sarılarak bölgeden ayrıldı.

Buradan ayrılırken aklımda bir katliama tanık olmanın öfkesi, dayanışmanın getirdiği mutluluk ve coşku, gelecek günlere dair ise beraberliğin yaratığı güven, kendime dair ise iyi ki türlü bahanelere kapılmayıp gelmişim hisleri ile ayrıldım.

Zaman dayanışma zamanı ve başka bir dünya mümkün ... 

Dikilmeyi bekleyen fidanlar



Boyun eğme
Yırca'ya son bakış

25 Ekim 2014 Cumartesi

Sevda kuşun kanadında ...

Yeni şehirlere yada ülkelere gitme, deneyimleme fikri her daim beni heyecanlandırmaya yeter. Ne zaman ki elime bir dünya haritası alıp kurcalasam, ismini bile çoğu zaman yeni duyduğun birçok ülke görür ve merakla karışık heyecan duygum kendini belli eder.

Şu anda orada hayat nasıldır? İnsanlar neler yapar ? Neler düşünür? İnsanlar kendilerini, dünyayı ve dünyada yaşayan diğer insanları nasıl konumlandırır?  diye merak ederim hep. Malum hayallerimiz var ve sınırsız bir dünyadır bizim evrenimiz.

Lafı çok da uzatmadan direk konuya gireyim. Dünya vatandaşlığı hissiyatı ile haşir neşir olduğum bir sırada Postcrossing ile tanıştım. Bu fikir beni oldukça heyecanlandırdı. İletişim çağında olduğumuz bir dönemde nedir bu Postcrossing demeyin hele bir yanaşın :)


Peki nedir bu Postcrossing ?

Postcrossing, dünyanın her yerinden insanların birbirlerine kartpostal gönderip almasını sağlayan bir sistemdir. Amaç ise değişen alışkanlıklarımıza karşın eski kartpostal gönderme ya da alma heyecanını geri kazandırmak. Dünyadan hemen hemen tüm ülkelerden insanların katkıda bulunduğu bu sistem sayesinde toplamda milyonlarca kartpostal trafiği sağlanmış.

Biliyorum ilk anda aklınızdan bu çağda, iletişimin bu kadar kolay olduğu bir dönemde biraz saçma gelebilir ama aceleci olmayın hele bir dinleyin :)
 
Sistem nasıl çalışıyor?

Postcrossing’te önce internet sitesi üzerinden sisteme üye olmanız gerekiyor. Ardından ise adres isteği yapmanız halinde, sistemden rastgele seçilmiş, kartpostal atabileceğiniz bir adres veriliyor. Örneğin Almanya’dan Tim adında bir kullanıcının adresi size iletiliyor. Siz de aldığınız kartpostala daha önceden hiç tanımadığınız bu kişiye notunuzu yazıp gönderiyorsunuz. Sistem bu kadar basit ...

Sonuç olarak da mesajınız dünyanın diğer ucundaki tanımadığınız insana kartpostal yoluyla ulaşmış oluyor.

Ardından ise kartpostal almak için bekleme sırası ise size geçiyor.

Düşünsenize ... 

Daha önceden tanımadığınız birisi misal Arjantin’den Cristina size kartpostal atıyor ve kartpostalın önünde Arjantine dair  tango yapan bir çiftin resmi  ve arkasında ise size gönderdiği dostane, arkadaş canlısı bir not var.

Tanımadığınız bir insandan aldığınız güzel ve incelikle yazılmış bir not sizi de mutlu etmez mi?

Sizi de dünyanın diğer yerlerindeki insanlarla birarada yaşadığınız duygusuna kapılmanıza ve dünyayı gözünüzde daha da küçültmesine sebep olmaz mı?

Belki de keyifsiz başlanan bir günde çalışma adresinize ummadığınız anda, belki adını bile yeni öğrendiğiniz bir ülkeden gelen bir kartpostal gününüze renk katmaz mı?

Ummadığınız anda sürprizlerle karşılaşmak istemez misiniz?

Bu sorulara vereceğiniz cevaplar ile belki de projeye katkı koyma sırası size gelmiştir, ne dersiniz?

Yeni başlayanlar için ipuçları ...

Benim gibi yeni başlayanlar için en büyük sıkıntılardan birincisi kartpostal nasıl gönderilir? sorusuna cevap vermek? Misal ben kartpostallarında zarar görmemesi için zarfa koyulduğunu düşünerek kartpostalarla birlikte renkli zarflar almıştım lakin böyle birşeye gerek yok. Kartpostallar düzgünce doldurulduktan sonra mevcut haleriyle gönderilebiliyorlar.

İkinci soru kartpostalları nereden alabilirim? İletişim ağlarının yaygınlaşması ile ters orantılı olarak çevrenizde kartpostal satan bir yer bulmak gerçekten de sıkıntılı. Bunun için en doğru adreslerden birisi ikinci el kitapçılar ve kırtasiyeler.

Kartpostal satan yeri de buldunuz fakat göndereceğiniz kartpostalların orjinal olmasını istiyorsanız, gezmeniz gereken dükkan sayısı çok daha fazla olmalı. Mevcut basılı kartpostalların çoğunda benzer figür ve resimler mevcut. Orjinal, yaratıcı bir kartpostal bulup satın alabilmek bir hayli güç.

İzmir'e dair kartpostallar
Kartpostalı da aldık peki buna nasıl yazacağız?  

Çoğu insanın kafasında daha önceden kartpostal atmadığı için nasıl yazılacağına dair bir fikir de oluşmuyor haliyle. Google’da soruma cevap aradığımda soruma şöyle bir cevap buldum.











Kartpostal göndermenin maliyeti nedir?

Ben de sisteme yeni dahil oldum ve dün ilk kartpostalımı Almanyadan Tim’e gönderdim.

Kartpostalı PTT’ye gidip teslim ettiğim zaman benden istenen ücret 2,5 tl idi. Yani Türkiyenin bir yerinden kilometrelerce öteye komik bir ücretle kartpostal gönderebilirsiniz.

Kartpostalım ne kadar zamanda ulaşır diye sorduğumda ise yaklaşık 10-14 günde ulaşır cevabını aldım.
 
İlk kartpostalımı gönderme heyecanım ve bana ne zaman, nereden, kim tarafından kartpostal gelecek acaba merakı ile bu yazıyı kaleme aldım.

Sevda kuşun kanadında, siz de bir kartpostal atın ...


Beni postcrossing ile tanıştıran o güzel yazı  https://www.sirtcantalilar.com/blog/gezgin-kartpostallar
Postcrossing sitesinin web adresi  http://www.postcrossing.com/