25 Ekim 2014 Cumartesi

Sevda kuşun kanadında ...

Yeni şehirlere yada ülkelere gitme, deneyimleme fikri her daim beni heyecanlandırmaya yeter. Ne zaman ki elime bir dünya haritası alıp kurcalasam, ismini bile çoğu zaman yeni duyduğun birçok ülke görür ve merakla karışık heyecan duygum kendini belli eder.

Şu anda orada hayat nasıldır? İnsanlar neler yapar ? Neler düşünür? İnsanlar kendilerini, dünyayı ve dünyada yaşayan diğer insanları nasıl konumlandırır?  diye merak ederim hep. Malum hayallerimiz var ve sınırsız bir dünyadır bizim evrenimiz.

Lafı çok da uzatmadan direk konuya gireyim. Dünya vatandaşlığı hissiyatı ile haşir neşir olduğum bir sırada Postcrossing ile tanıştım. Bu fikir beni oldukça heyecanlandırdı. İletişim çağında olduğumuz bir dönemde nedir bu Postcrossing demeyin hele bir yanaşın :)


Peki nedir bu Postcrossing ?

Postcrossing, dünyanın her yerinden insanların birbirlerine kartpostal gönderip almasını sağlayan bir sistemdir. Amaç ise değişen alışkanlıklarımıza karşın eski kartpostal gönderme ya da alma heyecanını geri kazandırmak. Dünyadan hemen hemen tüm ülkelerden insanların katkıda bulunduğu bu sistem sayesinde toplamda milyonlarca kartpostal trafiği sağlanmış.

Biliyorum ilk anda aklınızdan bu çağda, iletişimin bu kadar kolay olduğu bir dönemde biraz saçma gelebilir ama aceleci olmayın hele bir dinleyin :)
 
Sistem nasıl çalışıyor?

Postcrossing’te önce internet sitesi üzerinden sisteme üye olmanız gerekiyor. Ardından ise adres isteği yapmanız halinde, sistemden rastgele seçilmiş, kartpostal atabileceğiniz bir adres veriliyor. Örneğin Almanya’dan Tim adında bir kullanıcının adresi size iletiliyor. Siz de aldığınız kartpostala daha önceden hiç tanımadığınız bu kişiye notunuzu yazıp gönderiyorsunuz. Sistem bu kadar basit ...

Sonuç olarak da mesajınız dünyanın diğer ucundaki tanımadığınız insana kartpostal yoluyla ulaşmış oluyor.

Ardından ise kartpostal almak için bekleme sırası ise size geçiyor.

Düşünsenize ... 

Daha önceden tanımadığınız birisi misal Arjantin’den Cristina size kartpostal atıyor ve kartpostalın önünde Arjantine dair  tango yapan bir çiftin resmi  ve arkasında ise size gönderdiği dostane, arkadaş canlısı bir not var.

Tanımadığınız bir insandan aldığınız güzel ve incelikle yazılmış bir not sizi de mutlu etmez mi?

Sizi de dünyanın diğer yerlerindeki insanlarla birarada yaşadığınız duygusuna kapılmanıza ve dünyayı gözünüzde daha da küçültmesine sebep olmaz mı?

Belki de keyifsiz başlanan bir günde çalışma adresinize ummadığınız anda, belki adını bile yeni öğrendiğiniz bir ülkeden gelen bir kartpostal gününüze renk katmaz mı?

Ummadığınız anda sürprizlerle karşılaşmak istemez misiniz?

Bu sorulara vereceğiniz cevaplar ile belki de projeye katkı koyma sırası size gelmiştir, ne dersiniz?

Yeni başlayanlar için ipuçları ...

Benim gibi yeni başlayanlar için en büyük sıkıntılardan birincisi kartpostal nasıl gönderilir? sorusuna cevap vermek? Misal ben kartpostallarında zarar görmemesi için zarfa koyulduğunu düşünerek kartpostalarla birlikte renkli zarflar almıştım lakin böyle birşeye gerek yok. Kartpostallar düzgünce doldurulduktan sonra mevcut haleriyle gönderilebiliyorlar.

İkinci soru kartpostalları nereden alabilirim? İletişim ağlarının yaygınlaşması ile ters orantılı olarak çevrenizde kartpostal satan bir yer bulmak gerçekten de sıkıntılı. Bunun için en doğru adreslerden birisi ikinci el kitapçılar ve kırtasiyeler.

Kartpostal satan yeri de buldunuz fakat göndereceğiniz kartpostalların orjinal olmasını istiyorsanız, gezmeniz gereken dükkan sayısı çok daha fazla olmalı. Mevcut basılı kartpostalların çoğunda benzer figür ve resimler mevcut. Orjinal, yaratıcı bir kartpostal bulup satın alabilmek bir hayli güç.

İzmir'e dair kartpostallar
Kartpostalı da aldık peki buna nasıl yazacağız?  

Çoğu insanın kafasında daha önceden kartpostal atmadığı için nasıl yazılacağına dair bir fikir de oluşmuyor haliyle. Google’da soruma cevap aradığımda soruma şöyle bir cevap buldum.











Kartpostal göndermenin maliyeti nedir?

Ben de sisteme yeni dahil oldum ve dün ilk kartpostalımı Almanyadan Tim’e gönderdim.

Kartpostalı PTT’ye gidip teslim ettiğim zaman benden istenen ücret 2,5 tl idi. Yani Türkiyenin bir yerinden kilometrelerce öteye komik bir ücretle kartpostal gönderebilirsiniz.

Kartpostalım ne kadar zamanda ulaşır diye sorduğumda ise yaklaşık 10-14 günde ulaşır cevabını aldım.
 
İlk kartpostalımı gönderme heyecanım ve bana ne zaman, nereden, kim tarafından kartpostal gelecek acaba merakı ile bu yazıyı kaleme aldım.

Sevda kuşun kanadında, siz de bir kartpostal atın ...


Beni postcrossing ile tanıştıran o güzel yazı  https://www.sirtcantalilar.com/blog/gezgin-kartpostallar
Postcrossing sitesinin web adresi  http://www.postcrossing.com/

16 Ekim 2014 Perşembe

Taş üstüne taş koyanlar - Göbeklitepe

-Doğada bulunan dört element Ateş, Su, Toprak,Tahta
-Tahta mı?
-Tahta tabi zoruna mı gitti?
-Yanılıyor olmayasın hava olmasın?
-Kardeşim doğada bulunan diyoruz.

G.O.R.A filmini izleyenler Arif’in repliğinde geçen yukarıdaki diyaloğu hatırlayacaktır.

Ben de doğadaki bu kıymetli dört elementten yola çıkarak iki lakırtı yapmak üzere kendime toprağı seçtim.

Geçen yıl yaz tatilimi geçirmek üzere Şanlıurfa’ya gittim ve dolayısıyla da Göbeklitepe’yi ziyaret etme fırsatım oldu. Sonrasında da “fırsat bu fırsat” yazıyı da kaleme almaya karar verdim.

Yolculuk başlıyor ...

Şanlıurfa’da beni ağırlayan arkadaşımla birlikte, şehir merkezinden 15 km uzaklıkta olan Göbeklitepe’yi gezmek üzere arabayla yola çıktık.

Kervan yolda düzülür mantığında olan herkes gibi benim de, yola çıktığımda Göbeklitepe ile ilgili kulaktan dolma birkaç bilgi dışında hiçbir fikrim yoktu. Bu yüzden de içimde vaktimi burada geçirmekle hata mı yapıyorum sorunsalı ile karşı karşıya kalmam nedeniyle tedirgindim.

Malum çok fazla bilgilendirme olmadan yapılan ziyaretlerde genel geçer Türk mantığıdır; bunların “hepsi taş” ya da “taş üstüne taş koymuşlar başka da birşey yok burada” noktasına geliriz.

Neyse bu düşünceleri bir kenara bırakıp, kahverengi zeminde üzeri beyaz renkli yazılmış Göbeklitepe tabelalarını takip ederek yolumuza devam ettik.Yolun yaklaşık son 5 km’sine geldiğimizde yeni mıcırlanmış yollarda arabanın camı ha kırıldı ha kırılacak diyerek kazı alanına ulaştık.

Arabadan indiğimizde dışarıda sıcaklık yaklaşık 40 dereceydi ve kazı alanına gelen bizden başka hiçbir araba yoktu. Dışarı çıktıktan sonra bizi ilk karşılayan şey çeşitli dillerde yazılmış olan üzerinde kazı alanı ile ilgili bilgilendirici metinler bulunan büyük tabelalardı.

Tabelalar ...

Tabelalardan öğrendiğimiz kadarıyla, kazı alanının geçmişi  M.Ö. 12.000’e kadar uzanıyordu. Kazı alanının insanlık için önemi ise dünyada şu ana kadar yapılan  kazılarda  bulunan en büyük ve en eski tapınak olmasıydı.(dipnot: bu tapınak öncesinde bilinen en eski yapı 5000 yaşında Maltada bulunan tapınaktı )

Tapınak ilk olarak, tarla sahibinin karasabanla tarlasını sürmesi sırasında ortaya çıkan taşlar ile farkedilmiş ve böylece 1996 yılında yapılan kazılar başlamış. Kazının başına Alman Profesör Karl Schmidt getirilmiş.

Kazı alanı girişindeki tabelaları okuyup içeriye doğru yöneldiğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, üzerinde
herhangi bir bilgilendirici levha bulunmayan, (belki de meraklanmamızı gerektirmeyen ) pek anlamlandıramadığımız fakat çevresinde de pek eşi benzeri olmayan yaklaşık 60 cm derinliğinde 1,5 metre çapındaki çukurlardı. Daha sonrasında yaptığım okumalarda bu alanla ilgili pek bir bilgiye rastalamadım.


Biz bu çukurlarla ilgilenirken bir yandan da çevrenin ne kadar ağaçsız, kurak ve sadece taş, topraktan ibaret yüksek tepelerle karakterli olduğu dikkatimizi çekti. Anlamlandıramadığımız bu  alanı pas geçip ilerlemeye başladık. O sırada yanımıza,  konteyner içinden  kazı alanının girişindeki bekçinin oğlu olduğunu öğrendigimiz 10 yaşlarından bir delikanlı  çıkageldi. Yaklaşma sebebini ise birkaç dakika sonra turistik eşyalar satmaya çalışınca anladık  fakat bu konuda pek pas vermiyoruz. İlgilenmediğimizi görmesine karşın ona olan sıcak yaklaşımımızdan olsa gerek peşimize takılıyor ve hep beraber kazı alanına doğru ilerliyoruz.

Kazı alanına ilk adım ...


Karşılaştığımız manzara, girişinde tahta kalaslar bulunan, üzerinde tahta bir platform sayesinde yürünebilen, ortasında üçbeş tane taş bulunan daire şeklinde küçük bir kazı alanı oluyor. Burayı ilk gördüğümde küçümsediğimi itiraf etmeliyim. Zira bu küçük alanın National Geografic, Newsweek gibi populer dergiler ve sayısız makalelere konu olmasını, tüm dünyanın bu kadar önem vermesini anlamamış ve küçümsemiştim. Fakat burası ile ilgili detaylı okumalarım sonrasında, yapılan kazıların insanlık tarihini yorumlamamızı tamamen değiştirecek verilere ulaştığını öğrenecektim.

  
Klasik bilgilere göre insanların avcı-göçebe topluluklardan yerleşik toplumlara geçmesinde tarıma geçişin en önemli  neden olduğu düşünülmekteydi. Tarıma geçiş ile birlikte insanların bildiğimiz anlamda yerleşik hayata geçtiği ve ardından medeniyetlerin şekillenmeye başladığı düşünülmekte. Çevresinde yerleşik hayata ait hiçbir bulgu bulunmayan  ve geçmişi M.Ö. 12000’li yıllara dayanan bu eski tapınağa ait bulgular bize insanların yerleşik hayata tarım nedeniyle değil de belki de din sebebiyle geçtiklerini düşündürmekteydi. İnsanların çok tanrılı dinlere ya da inandıkları varlığa olan saygı veya şükranlarını gösteren bu tapınak belki de yerleşik hayata geçiş anlamında insanlar için itici bir etkendi.

                                                                                                                                                             Buradan elde edilen bilgiler, insanların tarım ile yerleşik hayata geçtiği bilgisini ortadan kaldırmış ve ezber bozucu etkisiyle eski zaman bilgilerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerektiği konusunda bizleri uyarıyor. 
 
Tahta platform üzerinde gezmeye başlayınca en dikkat çekici özellik T harfi görünümünde olan, ki daha sonrasında bu şeklin insanları figurize ettiğini öğrenecektik, çok sayıda taş yapısının bulunmasıydı.Taşların yaklaşık 3 metre boyunda olup, daire şeklinde dizilim göstermeleri dikkat çekiciydi. Platform üzerinde ilerledikçe farkettiğim diğer bir şey ise taş yapıların üzerinde bulunan çok sayıda hayvan figürüydü. 

Taşların üzerinde tilki, flamingo, aslan , akbaba, domuz, yılan gibi çok sayıda hayvan figürleri bulunmaktaydı. Sonradan yaptığım okumalarda bu hayvan figürlerinin ne anlama geldiğine dair net bir bilgi olmadığından bahsedilmekte.
 
Şu an için bu figürlere anlam verilememekte belki ama oldukça ilginç ve gizemli gözüküyorlardı. Gizemli diyorum çünkü insanların yaklaşık M.Ö. 12000 yılında bu devasa yapıları nasıl yaptığı ve üzerine çeşitli hayvan figürlerini nasıl işlediğini düşünmek insanı gerçekten de hafif  korku ile karışık bir duyguya itiyordu.



Etrafı incelememiz sırasında, yanımızda gelmekte olan delikanlı da bizimle sohbet etmeye çalışıyordu. Bir yandan fotoğrafımızı çekebileceğinden bahsederken diğer yandan da kazı alanı ile ilgili bildiği küçük detayları ve bazı bilgileri bizimle paylaşıyordu. Bunlardan birisi de taş üzerine  işlenmiş olan yırtıcı kuş figürü ile birlikte, kafası vücudundan ayrılmış olarak tasvir edilmiş insan figürüydü. Bu figür belki de yabani hayvanların insanlara saldırması temsil ediyordu, kim bilebilir.

Taş yapıların arasında dolanıp hayvan figürlerine dalmış iken sıcaktan bunalmış bir kuşun kazı alanına sığındığını farkettik. Malum hayat devam ediyor ...


Kazı alanındaki taşları inceleyip düşünceden düşünceye dalarken, bu kuraklığın ortasındaki alanının hemen yukarısındaki tepede, civarda tek olması muhtemel bir ağacı görüyoruz. Biraz yaklaşıp altında soluklanmaya çalıştığımızda, üzerinde çok sayıda çaputun bağlı olduğunu görüyoruz ki sonradan bu ağacın civar insanlar tarafından dilek ağacı olarak kullanıldığını öğreniyoruz.

Göbeklitepe'de ki bu küçük ziyaretimizi sonlandırırken, içimde burası ile ilgili çok sayıda soru da beraberinde uçuşmaya başlamıştı; İnsanlar bu yapıları buraya neden yapmışlardı? Nasıl yapmışlardı? Acaba o dönemde hayatları nasıldı? Gerçekten dini sebeplerle mi yerleşik hayata geçmişlerdi? İnandıkları tanrı neydi? Din ya da inanç insana doğuştan mı geliyor?  Ve bin benzeri sorular birbirini kovalamıştı.
 
Göbeklitepe'nin bende bıraktıkları bunlardı ... 

Paylaşımımın okuyanları meraka sevk etmesi bile beni mutlu kılacaktır. 

“Altı üstü taş ne olacak işte” diyenlere ise - ki bu satırları hiçbir zaman okumayacaklar biliyorum ama -  bir sözüm olacak ;

Hiç olmazsa gidin oradaki güzelim dilek ağacının altında dilek dileyip, çaput bağlayın bari ...

Öneriler;

11 Ekim 2014 Cumartesi

Gelidonya Feneri

Bayram tatilleri gezmeyi seven çoğu insan gibi benim için de büyük bir nimet. Bu bayramda tatili fırsat bilip, tatil öncesinden de 5 günlük izin alıp güneye inme planları yaptık. Güzel keyifli bir tatil sonrasında aklımda kalan ve iz bırakan bir yeri merak edenlerle paylaşmak isterim.

Gezi rehberinde tesadüfen gördüğüm ve tur öncesinde inceleyip yanına yıldızlar koyduğum, Olimpos’a da yakın bir yer olan Gelidonya Feneri maceramızdan bahsedeceğim.

Uvertür

Gelidonya Feneri 1934 yılında Fransızlar tarafından inşa edilmiş, sarp kayalıklar üzerinde bulunan ve denizden 227 metre yükseklikte olan Türkiye’nin denizden en yüksek feneri.

Fener, Teke yarımadasının güney ucunda Antalya’nın Kumluca ilçesinde bulunmakta.


Daha önceden buraya gitmediğimiz, elimizdeki haritalardan ve googlemap’ten nasıl ulaşacağımızı bulamadığımızdan biraz el yordamı, içgüdü ve de daha geleneksel (sora sora bulmaca) yöntemlerle Fener’e doğru ilerliyoruz.

Varmamız gereken yer Kumluca ilçesinin Karaöz beldesi .

Yol tarifi almak için bir bakkala giriyorum.

Karşıma bayram nedeniyle  güzelce giyinmiş 16-17 yaşların genç  bir kız çıkıyor. Kız yolu kabaca tarifledikten sonra  kendisinin de Karaöz’lü olduğunu fakat Fener’e hiç gitmediğini söylüyor.
Ne kadar ilginç değil mi? İnsan kendisine bu kadar yakın olan bir yere, bir güzelliğe belki çok yakın olduğundan, belki bir beklentisi olmadığından belki nasıl olsa zaten yakınımızda birara giderizden dolayı hiç ziyaret etmiyor. 

Ben gibi sen gibi o da ...

Dibimizdeki nimetleri, güzellikleri bir sebeple ıskalama hali işte.

Neyse bakkaldan ayrılıp doğruca yola koyuluyoruz.

Yaklaşıyoruz ...

Yol boyunca denize paralel seyrederek Karaöz beldesine doğru yol alıyoruz. 


Beldeye giden yol fena sayılmamakla birlikte oldukça dar. Karşılıklı iki arabanın geçmesi mümkün olmakla birlikte dikkatsizlik durumunda can sıkıcı durumlar oluşabilir. 

Karaöz’e yaklaştıkça çam ağaçlarının sayısı artıyor ve etraf iyiden iyiye güzelleşiyor. 


Beldeye giden yol üzerinde yanlış hatırlamıyorsam 2 çok güzel koy mevcut. Yol üzerindeki bu koylara uğramıyoruz fakat koylar oldukça heyecan uyandırıcı gözüküyor. Koylara bakan kıyı kesimlerde ayrıca piknik masaları da mevcut. Sırf haftasonu bile gelip keyifle zaman geçirilebilecek türden.

Sonunda  Karaöz’e varıyoruz.

Deniz kıyısındaki tabelanın da yanından geçtikten sonra yol, toprak yola dönüşüyor ve etrafımızda ağaçlar belirmeye başlıyor.Yavaş yavaş toprak yolun bizi fenere götürmesini umarak yola devam ediyoruz.

Yaklaşık 5 kilometreye yakın yüksek çam ağaçlarının arasından ilerliyoruz. Yol bir hayli dar. 

Manevra yapıp dönebilmek bile oldukça güç.

Önümüze park etmiş araçların bulunduğu, manevra yapmaya daha uygun bir yer buluyoruz ve aracı buraya parkedip yolumuza yürüyerek devam ediyoruz.

Hava bu sırada oldukça günlük güneşlik. Sağ tarafımızda denizin üzerinde ışıl ışıl parlayan güneş deniz, sol tarafımızda ise yüksek heybetli çam ağaçları bulunuyor.


Sağ tarafımızda kalan Robinson Cruise'un yaşadığı adaya benzer yarımada

 Yaklaşık 2 kilometre kadar yürüdükten sonra daha ne kadar daha yürüyeceğiz diye konuşmaya başlarken fener tabelasını görüyoruz. Bu noktadan itibaren toprak yoldan ayrılıp daha yukarılara doğru tırmanılan eğimli yürüyüş parkuruna Likya yoluna giriyoruz.


Yürüyüş parkuru
Önce yürümeye devam edip etmeme konusunda tereddüt ediyoruz. Saat 17:30, yürüyüş için pek hazırlıklı değiliz, ne kadar yürüyeceğimizi net olarak kestiremiyoruz ve gece karanlıkta aydınlatmamız olmadan gece yürüyüşü yapmak istemiyoruz. Öyle mi böyle mi derken bir hışımla yola çıkıyoruz. 


Başladık yürümeye ... 

Yaklaşık 1 kilometreye yakın yürüdük fakat hala tırmanmaya devam ediyoruz. Oldukça eğimli bir yol ve nereye gittiğimizi net olarak kestiremiyoruz. Bir anda karşıdan çekik gözlü sırtçantalı bir yürüyüşçü geliyor. Durdurup yolun daha ne kadar süreceği konusunda bilgi alıyoruz. Bize bu hızla yarım saatte çıkarsınız, hızlı giderseniz 20 dakika sürer diyor. Biz oldukça şaşkınız zira güneş batmaya meyletti ve önümüzde en az 30 dakikalık yol var. Dönüşü de hesaba katacak olursak  karanlığa kalmamız muhtemel. 

Buraya kadar gelip buradan dönmek olmaz diyip tüm riskleri  göze alarak yaklaşık 2 kilometrelik daha patika yoldan ilerledikten sonra sonunda fener uzaktan beliriyor.

Fener iyiden iyiye belirince ” geldik!!! ” diye bağırmaktan geri duramıyorum

Sonradan sesimi fener civarında olan, Likya yolunu yürüyen iki arkadaş duyuyor ve bir şey olduğunu zannedip sesin olduğu yere, yanıma doğru yöneliyorlar. Sıkıntı olmadığını farkediliyor ve ayaküstü tanışıp kısa bir sohbet ediyoruz. Gezginler yaklaşık 7 gündür yürüdüklerini zaman kısıtlılığından dolayı sırf burayı görebilmek için yolun bir kısmını otobüsle bypass edip buraya yürümeye geldiklerini öğreniyorum.

Daha sonrasında ise kendimi çevremdeki bu masalsı dünyaya teslim ediyorum ...

Denizcilerin Beşadalar olarak adlandırdığı doğa harikası




Gelidonya adı Likya dilindeki kaledonya sözcüğünden geliyormuş. Kaledonya da kırlangıç demekmiş. Göç eden kırlangıçlar fenerin olduğu yerde mola verir, dinlenirlermiş.
Fenerde bizi karşılayan güzel bir sürpriz
İşte o dizeler ...





Günü tamamlarken

Bitirmeden önce internetten bulduğum Fener'de çalışan Mustafa Bey ile yapılan bir söyleşi var. Mutlaka okumanızı öneririm ...
" Fenerin son bekçisi Mustafa Demir, Antalya Dergisi’nde fener ve yaşantısına ait şunları anlatıyor;
“1942 yılında bekçi olarak başlayan dedemin 70’li yıllarda emekliye ayrılmasıyla babam devam ettirdi feneri beklemeyi. 1975 yılında gözümü fener ışığıyla açtım. Burada doğdum, büyüdüm, şimdi feneri bekliyorum. Üç kuşaktır denizcilere yol gösteriyoruz.
İlk zamanlarda fener gaz yağı ile çalışıyormuş. O zamanlar feneri mecburen beklemek gerekiyor muş. Gece alevlenirmiş, tıkanırmış Fener. Temizlenmesi gerekirmiş. Daha sonra tüp gaz sistemine geçilmiş. Ben de bu mesleğe ilk başladığımda bu sistemi kullandım. O dönemde de fener de kalmak gerekiyordu. 2000 yılının ardından güneş enerji sistemine geçildi. Geçtiğimiz yıllarda otomatik fenerler kullanılmaya başlanınca görev yerimi değiştirdiler. Hafta da bir gün gelip fenerin genel kontrolünü yapıyorum artık. Güneş enerjili aküler kullanılıyor şimdilerde. Gündüz güneşle şarj oluyor, akşamda bu enerji kullanılıyor. Fener geceleri fotoselli sistemle yol gösteriyor denizcilere. Artık feneri bekleme işi ağır ağır bitiyor. Anlayacağınız ben bu denizin son bekleyeniyim.
Fırtına oldu mu zor oluyor burada beklemek. Gürültüden başka bir şey yok. Kapanıyorsun odanın içine ve hep ses dinliyorsun. Fırtına ürkütmüyor beni ama dingin havaları daha çok seviyorum. İnsan bu manzaraya bakınca aklına her şey geliyor. Ufka bakınca kafanda sorun da kalmıyor. Dert yok tasa yok, kafan rahat. Denizin sesi… kuşların sesi…
Likya yolu buradan geçtiği için bahar dönemlerinde geleni gideni eksik olmaz Fener’in. Çok imrenen oluyor bana. Genelde buradan geçip gidenler şehir hayatından bıkmış olmalı ki, burada yaşamak istiyor. Ben de onlara diyorum ki; güzel ama bir de burada yaşayana zor. Yalnızlık zor.”  "