10 Ağustos 2014 Pazar

Havaalanından manzaralar ve Milano'ya merhaba ...



Sabah saat 7’deki uçağa yetişebilmek için erkenden uyandım.  Yatarken hafif heyecanlı ve stresli olduğumdan  gece pek uyuyabildiğim söylenemez. Uykusuzluk ister istemez dikkat dağınıklığına yol açacak ve yolculuğun ilk gününün keyfini çıkaramayacağım diye çok korktum.  Havaalanında check-in sırasında deskte pasaportumu unutmak gibi küçük olaylar da olmaya başlayınca korkum biraz belirginleşti.  Neyseki uçuş öncesi güzel bir kahve imdadıma yetişti. 

Kahve sonrası havaalanında utanç pulumu alıp (bahsettiğim şey yurtdışı çıkış harcı pulu, ki böyle bir saçma para koparma bahanesi olamaz), pasaportuma mührü yedikten sonra uçuş kapısına doğru yöneldim.

Uçuş kapısına gitmeden önce herkes gibi kendimi bir anda duty free’de buldum. Alıcı olmayan gözlerle etrafı taradım (dükkan sahiplerinın en gıcık olduğu müşteri profili). Öncelikle içkilerin olduğu bölüme gidip yasal olarak ne kadar içki alma hakkım olduğunu öğrendim. Ne de olsa haklarımızı bilmek lazım bunlar önemli konular. Alkol oranı %22’nin üzerinde olan toplam 1 litre, %22’nin altında toplam 2 litre içki alınabiliyormuş.


Mağazaları gezerken karşıma bir anda Tarkan’ın zilleri çıktı. Hani şu kuzu kuzu klibindeki zillerden.

 Tarkan zil sektörüne el mi attı acaba diye kıllandım :)

Milano’ya doğru ...

Sonunda bekleyiş bitti ve uçağıma bindim. 

Yolculuğun tamamına yakını uyuyarak yani sorunsuz bir şekilde geçirdim : )

Uçak inişe geçmeye yakın  yapılan iniş anonsu ile uyanarak, gözlerimi araladım. Uyandığımda pencerede yavaş yavaş İtalya’nın silüeti de belirginleşmeye başlamıştı. Pencereden baktığımda  tahminlerimin ötesinde yeşil bir İtalya ile karşılaştım. Malum Türkiye ile benzer iklim koşullarına sahip bir ülkeyi bu kadar yeşil görmek oldukça ilginçti. Bunun sebebini ise daha sonra öğrenecektim. 

Uçaktan bakıldığında dışarıda yüksek olmayan çift katlı, müstakil tarzı binalar görünüyordu. Fakat o binaların griliği etrafındaki yeşil ton sayesinde  hiç mi hiç farkedilmiyordu. Bu çok hoşuma gitmişti zira özellikle ülkemizde yaşam alanlarımızın betonlaşması artık kaçınılmaz ve korkutucu bir gerçeklik.  

Neyse uçak yere tekerlerini vurup hafifçe bir sarstıktan sonra içimden şimdi başlıyoruz dedim. 

Uçağın yere inişini tamamlaması ile uçakta bir alkış koptu.  Alkışlama geleneğinin bir tek Türkiye’de olduğunu sanıyordum fakat burada böyle birşeyin  gerçekleşmesi oldukça ilginç gelmişti. Bu durumu Barış ile konuştuğumda bunun İtalya’da pek adetten olmadığını, muhtemelen uçakta Türklerin sayısının çok olmasından kaynaklanmış olabileceği şeklinde yorumlaması beni güldürmüştü. Türkler İtalyada :)

Pasaport kontrolü

Servis aracı ile havaalanına bırakıldık. Ve tabi ki pasaport kontrolü ...  

EU vatandaşı ve All diye ayrıldıktan sonra bekleyişimize başladık. Görevli olarak çalışan 4 kişi vardı.2’si EU tarafına 2’si ise All tarafına bakıyordu. EU tarafındaki görevliler yolcuların işlerini hemen halledip gişelerinde beklemeye başladılar.  Biz ise Avrupa kapılarında yıllardır beklemeye alışmış memleketliler olarak  yaklaşık 70 kişi sırada bekledik. Bekleyiş sırasında bu kadar kalabalık bir toplulukla sadece iki görevlinin ilgilenmesi aklıma süpermarketlerde yaşanan klasik sahneleri getirdi. 

Malum markete gidersiniz çalışan bir tane kasiyer ve upuzun  müşteri kuyruğu vardır. Bekleyiş sırasında birisi dayanamaz ve “ kardeşim bir kasa açsanıza burda bu kadar milleti bekletiyorsunuz” der ve kasaaa !!! diye çağrı yapılır. Pasaport kontrolü sırasında içinde bulunduğum duygu durumda buna benzemişti. İnsanın aradan fırlayıp bağırası geliyor lakin elin topraklarında caka satmaya  gerek yoktu, efendi efendi bekledik. Bir süre sonra  bekleyişte olan görevliler de insafa gelmiş olacaklar ki sıradan pasaport kontrolüne başladılar.


İlk hedef Central Station 

Pasaport kontrol kısmını geçtikten sonra aklımdaki en önemli soru bisikletim ne durumdaydı.  Malum tüm sermayem bisikletimdi  ve daha önce uçakla hiç bisiklet taşımadığım için tedirgindim. Lavobaya gidip döndükten sonra bagaj alma kısmına yöneldim. Bir de ne göreyim bisikletim öylece yere bırakılıp, gidilmişti ve kutu taşınmasında sırasında  kullanılan elle tutma  yerleri yırtılmıştı. Bu duruma oldukça sinirlendim.  Acaba  bisiklette  hasar var mıydı asıl onu merak ediyordum. Fakat bisikleti paketlemesi kadar açması da bir o kadar zordu ve çok zamanımı alacaktı. Bu yüzden oyalanmadan ilk hedefim tüm yüklerimi Milano Central Stationa (CS) kadar bir an önce taşıyabilmekte. Toplam yüküm 25 kilogram civarındaydı. Havaalanlarında kullanılan bir nevi el arabasını (tam olarak adı nedir bilmiyorum) 2 euroya aldım ve eşyalarımı yükledim.

Sorular sorular ...

Çıkışta kafama takılan diğer bir soru isen CS’e nasıl gidecektim. İnternetten direk otobüs seferleri olduğunu öğrenmştim fakat neredeydi, nasıldı ? Neyse ki havaalanı içinde çıkışa yakın 4-5 otobüs firması vardı ve  5 euro’ya CS’a götürüyordu. Hemen ilk firmadan biletimi alıp otobüse doğru ilerledim.

Bisikletimi bagaja yerleştirip otobüste yerimi aldım ve az da olsa rahatladım. Yaklaşık 15 dakikalık bekleyiş sırasında çevremi gözlemleme fırsatım oldu.

İlk dikkatimi çeken  Bergamo havaalanının biraz pis, bakımsız ve küçük olmasıydı. Türkiye’deki üç büyük şehir dışındaki havaalanlarına benziyordu. Şehir merkezinden yaklaşık 40 kilometre uzaklıktaydı ve az sayıda yolcuya hizmet veriyordu.

Şoförümüz iri yarı, dövmeli, devamlı sigara içen bir tipti. Yolculuk sırasında cep telefonu ile uzun uzun görüşmeler yapmıştı. Bu kadar rahat olmasını bir yandan garipsedim fakat  ne de olsa bir Almanya ya da Avusturyada değildik. O da durumdan istifade İtalya’nın bu rahatlığını yaşıyordu sanırım. 

Şehir merkezine doğru ilerledikçe yol boyunca  yeşilliklerin arasındaki çok sayıda fabrika dikkatimi çekti. Yolculuk sırasında Türkiyede ki  OGS, HGS benzeri bir sistemden geçiş yaptık. Daha sonra İtalyada ki otoyolların çoğu paralı olduğu için bu sistemin oldukça yaygın olduğunu öğrenecektim.

Bir o yana bir bu yana bakarken sonunda CS’a geldik. Gelmeden önce CS civarını Google Earth  ile incelediğim için hemen gar yakınındaki yeşillik alana doğru yöneldim. Elimdeki ağırlıklarla zar zor ilerlemeye çalışırken, yeşillik alanda Kordonda sık sık gördüğümüz çiçek satan, fal bakan ya da alkolik insan tiplemelerinin olduğunu farkettim. Dolayısıyla da yeşillik alandan vazgeçip bisiklet otoparkına doğru yöneldim. 

Burada biraz soluklanıp bisikletimi  monte ettim. Bisikletimi tekrar yekpare olarak görmek büyük bir keyifti. Umulmadık bir anda, çok sevdiğin birisi ile tekrar karşılaşmak gibi birşeydi. 

Milano’da bir kayıp Turko

Bisikletimi monte ederken bisikletin kadrosunda 1-2 cm’lik derin çizikler olduğunu gördüm. Üzülmüş olmakla birlikte sürmeme engel olmadığından dolayı durumu çok da umursamadım. Birkaç ufak deneme sürüşünden sonra herşey yolundaydı. Saat yaklaşık 17:00’di ve Barış ile saat 18:20’de Gambara Metrosunda buluşacaktık. Gelmeden önce gideceğim yere kadar ki yolun ancak 1/3’lük kısmını Google Earth ile inceleyebildim fakat geri kalan kısmını çok fazla inceleyemedim. Bahsettiğim  ilk üçte birlik kısmı bisiklet yolarından giderek oldukça rahat bir şekilde geçtim. Yolun geri kalan kısmında ise orası mı burası mı derken yolu kaybettim. Yol tarifi için 4-5 kişiye sordum fakat hiçbiri İngilizce bilmiyordu ve el kol hareketi ile kısmi olarak anlaşıyorduk. 

Kısa sürede anladığım şey şuydu ki İtalya’da İngilizce bile birine rastgelmek oldukça güçtü. Bir de bizim gibi bilmedikleri halde yolu tarif etme alışkanlıkları vardı ki, o en tehlikesiydi. Çoğunlukla yanlış yoldan yönlendirilmiş olmam ve yer yer anlamsız özgüvenim nedeniyle  saat 18:40’da tam olarak kayboldum. Tam olarak kaybolduğumu anlamam bile zaman almıştı. Bunu da en son olarak yolu tarif etmesini istediğim bir gençten öğrenmiştim. Kendisinin diğerlerinden farkı ise İngilizce biliyor olmasıydı. İngilizce bilmesi bende çölde su bulan insan hissiyatı yarattı. Derdimi büyük bir heyecan ile anlattım. Sağolsun cep telefonundan gps’ini açtı ve uzun uzun  gitmem gereken yolu tarif etti (o ana kadar yanımda maalesef internetim yoktu). 

İtiraf ediyorum işte o an biraz korktum ... 

Öncelikle biraz sakinlemek için yeşillik gölge bir alana geçtim ve oturdum.


Bulunduğum yer bana oldukça merkezi bir yer izlenimi vermişti. Bir tarafımda hipermarket, diğer tarafımda kilise, bir diğer yanımda ise tramvay durağı vardı. Kendime biraz gelince beni bulunduğum yerden alması için Barış’ı aradım. Sağolsun beni oradan aldı ve beraber eve doğru yol almaya başladık. Böylece İtalya’daki ilk maceramı yaşamış oldum.

Molto bene !!!

Bisikletimi evin garajına koyup, heybeleri yukarı çıkararak eve girdik. Biraz soluklanıp sohbet ettikten sonra yemek yemek üzere dışarı çıktık ki dışarıda feci bir yağmur başladı (Milano’nun neden yeşil olduğu anlamıştım). Bir süre apartmanın  önünde yağmurun dinmesini beklerken sohbette akmaya başlamıştı. 

Barış’dan Milano’nun bu sene oldukça  çok yağış aldığını ayrıca coğrafi konumundan dolayı hava sirkülasyonunun olmadığını bu yüzden de havasının zaman zaman kirli olabildiğini öğrendim.  

Sohbet iyiydi, güzeldi hoştu lakin dışarıda hala yağmur vardı  ve karnımız çok açtı. Biz de yağmurun dinmesini beklemeden ıslanmak pahasına da olsa yola koyulmaya karar verdik. Neyse ıslana ıslana da olsa metroya ulaşıp, bir su kanalı etrafında güzel kafe, bar ve restorantların olduğu bir yere geldik.


Barış’ın müdavimi olduğu mekanlardan birine geçtik. İtalya’ya gelip bu yorgunlukta yapılması olmazsa olmaz olan şeyi  yapacaktık tabi ki. Bira ve pizza  :)

Kendime söylediğim pizza enginarla yapılan bir pizzaydı. Bu benim ikinci enginarlı pizza deneyimimdi. Fikrim değişmemişti yine. Bir sebze bir pizzaya bu kadar yakışabilirdi gerçekten de. 

Pizza ve enginarın uyumu ile ilgili söylenebilecek tek şey var o da ...

Molto bene !!!  

Hoş bir sohbet ve yemekten sonra  eve döndük ve ilk günümü keyifli bir şekile tamamladım.

Sırada ise jamon, şarap ve helvanın muhteşem buluşması var ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder