Sabah saat 7’deki uçağa yetişebilmek için erkenden
uyandım. Yatarken hafif heyecanlı ve
stresli olduğumdan gece pek
uyuyabildiğim söylenemez. Uykusuzluk ister istemez dikkat dağınıklığına yol
açacak ve yolculuğun ilk gününün keyfini çıkaramayacağım diye çok korktum. Havaalanında check-in sırasında deskte
pasaportumu unutmak gibi küçük olaylar da olmaya başlayınca korkum biraz
belirginleşti. Neyseki uçuş öncesi güzel
bir kahve imdadıma yetişti.
Kahve sonrası havaalanında utanç pulumu alıp (bahsettiğim
şey yurtdışı çıkış harcı pulu, ki böyle bir saçma para koparma bahanesi olamaz),
pasaportuma mührü yedikten sonra uçuş kapısına doğru yöneldim.
Uçuş kapısına gitmeden önce herkes gibi kendimi bir anda
duty free’de buldum. Alıcı olmayan gözlerle etrafı taradım (dükkan sahiplerinın en gıcık olduğu
müşteri profili). Öncelikle içkilerin olduğu bölüme gidip yasal olarak ne kadar
içki alma hakkım olduğunu öğrendim. Ne de olsa haklarımızı bilmek lazım bunlar önemli
konular. Alkol oranı %22’nin üzerinde olan toplam 1 litre, %22’nin altında
toplam 2 litre içki alınabiliyormuş.
Mağazaları gezerken karşıma bir anda Tarkan’ın zilleri çıktı.
Hani şu kuzu kuzu klibindeki zillerden.
Tarkan zil sektörüne el mi attı acaba diye kıllandım :)
Milano’ya doğru ...
Sonunda bekleyiş bitti ve uçağıma bindim.
Yolculuğun
tamamına yakını uyuyarak yani sorunsuz
bir şekilde geçirdim : )
Uçak inişe geçmeye yakın yapılan iniş anonsu ile uyanarak, gözlerimi
araladım. Uyandığımda pencerede yavaş yavaş İtalya’nın silüeti de belirginleşmeye başlamıştı.
Pencereden baktığımda tahminlerimin
ötesinde yeşil bir İtalya ile karşılaştım. Malum Türkiye ile benzer iklim
koşullarına sahip bir ülkeyi bu kadar yeşil görmek oldukça ilginçti. Bunun
sebebini ise daha sonra öğrenecektim.
Uçaktan bakıldığında dışarıda yüksek olmayan çift katlı, müstakil
tarzı binalar görünüyordu. Fakat o binaların griliği etrafındaki yeşil ton
sayesinde hiç mi hiç farkedilmiyordu. Bu
çok hoşuma gitmişti zira özellikle ülkemizde yaşam alanlarımızın betonlaşması artık kaçınılmaz ve korkutucu bir gerçeklik.
Neyse uçak yere tekerlerini
vurup hafifçe bir sarstıktan sonra içimden şimdi başlıyoruz dedim.
Uçağın yere inişini tamamlaması ile uçakta bir alkış
koptu. Alkışlama geleneğinin bir tek
Türkiye’de olduğunu sanıyordum fakat burada böyle birşeyin gerçekleşmesi oldukça ilginç gelmişti. Bu
durumu Barış ile konuştuğumda bunun İtalya’da pek adetten olmadığını, muhtemelen uçakta Türklerin sayısının çok olmasından kaynaklanmış
olabileceği şeklinde yorumlaması beni güldürmüştü. Türkler İtalyada :)
Pasaport kontrolü
Servis aracı ile havaalanına bırakıldık. Ve tabi ki pasaport
kontrolü ...
EU vatandaşı ve All diye ayrıldıktan sonra bekleyişimize
başladık. Görevli olarak çalışan 4 kişi vardı.2’si EU tarafına 2’si ise All tarafına bakıyordu. EU tarafındaki görevliler
yolcuların işlerini hemen halledip gişelerinde beklemeye başladılar. Biz ise Avrupa kapılarında yıllardır beklemeye
alışmış memleketliler olarak yaklaşık 70
kişi sırada bekledik. Bekleyiş sırasında bu kadar kalabalık bir toplulukla
sadece iki görevlinin ilgilenmesi aklıma süpermarketlerde yaşanan klasik
sahneleri getirdi.
Malum markete
gidersiniz çalışan bir tane kasiyer ve upuzun
müşteri kuyruğu vardır. Bekleyiş
sırasında birisi dayanamaz ve “ kardeşim bir kasa açsanıza burda bu kadar milleti
bekletiyorsunuz” der ve kasaaa !!! diye çağrı yapılır. Pasaport kontrolü
sırasında içinde bulunduğum duygu durumda buna benzemişti. İnsanın aradan
fırlayıp bağırası geliyor lakin elin topraklarında caka satmaya gerek yoktu, efendi efendi bekledik. Bir süre
sonra bekleyişte olan görevliler de
insafa gelmiş olacaklar ki sıradan pasaport kontrolüne başladılar.
İlk hedef Central
Station
Pasaport kontrol kısmını geçtikten sonra aklımdaki en önemli
soru bisikletim ne durumdaydı. Malum tüm
sermayem bisikletimdi ve daha önce
uçakla hiç bisiklet taşımadığım için tedirgindim. Lavobaya gidip döndükten
sonra bagaj alma kısmına yöneldim. Bir de ne göreyim bisikletim öylece yere bırakılıp,
gidilmişti ve kutu taşınmasında sırasında kullanılan elle tutma yerleri yırtılmıştı. Bu duruma oldukça
sinirlendim. Acaba bisiklette hasar var mıydı asıl onu merak ediyordum.
Fakat bisikleti paketlemesi kadar açması da bir o kadar zordu ve çok zamanımı
alacaktı. Bu yüzden oyalanmadan ilk hedefim tüm yüklerimi Milano Central Stationa
(CS) kadar bir an önce taşıyabilmekte. Toplam yüküm 25 kilogram civarındaydı. Havaalanlarında
kullanılan bir nevi el arabasını (tam olarak adı nedir bilmiyorum) 2 euroya
aldım ve eşyalarımı yükledim.
Sorular sorular ...
Çıkışta kafama takılan diğer bir soru isen CS’e nasıl
gidecektim. İnternetten direk otobüs seferleri olduğunu öğrenmştim fakat
neredeydi, nasıldı ? Neyse ki havaalanı içinde çıkışa yakın 4-5 otobüs
firması vardı ve 5 euro’ya CS’a
götürüyordu. Hemen ilk firmadan biletimi alıp otobüse doğru ilerledim.
Bisikletimi bagaja yerleştirip otobüste yerimi aldım ve az
da olsa rahatladım. Yaklaşık 15 dakikalık bekleyiş sırasında çevremi gözlemleme
fırsatım oldu.
İlk dikkatimi çeken Bergamo havaalanının biraz pis, bakımsız ve
küçük olmasıydı. Türkiye’deki üç büyük şehir dışındaki havaalanlarına
benziyordu. Şehir merkezinden yaklaşık 40 kilometre uzaklıktaydı ve az sayıda
yolcuya hizmet veriyordu.
Şoförümüz iri yarı, dövmeli, devamlı sigara içen bir tipti. Yolculuk
sırasında cep telefonu ile uzun uzun görüşmeler yapmıştı. Bu kadar rahat
olmasını bir yandan garipsedim fakat ne
de olsa bir Almanya ya da Avusturyada değildik. O da durumdan istifade İtalya’nın
bu rahatlığını yaşıyordu sanırım.
Şehir merkezine doğru ilerledikçe yol boyunca yeşilliklerin arasındaki çok sayıda fabrika
dikkatimi çekti. Yolculuk sırasında Türkiyede ki OGS, HGS benzeri bir sistemden geçiş yaptık. Daha
sonra İtalyada ki otoyolların çoğu paralı olduğu için bu sistemin oldukça
yaygın olduğunu öğrenecektim.
Bir o yana bir bu yana bakarken sonunda CS’a geldik.
Gelmeden önce CS civarını Google Earth ile
incelediğim için hemen gar yakınındaki
yeşillik alana doğru yöneldim. Elimdeki
ağırlıklarla zar zor ilerlemeye çalışırken, yeşillik alanda Kordonda sık sık
gördüğümüz çiçek satan, fal bakan ya da alkolik insan tiplemelerinin olduğunu
farkettim. Dolayısıyla da yeşillik
alandan vazgeçip bisiklet otoparkına doğru yöneldim.
Burada biraz soluklanıp
bisikletimi monte ettim. Bisikletimi
tekrar yekpare olarak görmek büyük bir keyifti. Umulmadık bir anda, çok sevdiğin
birisi ile tekrar karşılaşmak gibi birşeydi.
Bisikletimi monte ederken bisikletin kadrosunda 1-2 cm’lik
derin çizikler olduğunu gördüm. Üzülmüş olmakla birlikte sürmeme engel olmadığından
dolayı durumu çok da umursamadım. Birkaç ufak deneme sürüşünden sonra herşey yolundaydı.
Saat yaklaşık 17:00’di ve Barış ile saat 18:20’de Gambara Metrosunda
buluşacaktık. Gelmeden önce gideceğim yere kadar ki yolun ancak 1/3’lük kısmını
Google Earth ile inceleyebildim fakat geri kalan kısmını çok fazla inceleyemedim. Bahsettiğim
ilk üçte birlik kısmı bisiklet
yolarından giderek oldukça rahat bir şekilde geçtim. Yolun geri kalan kısmında
ise orası mı burası mı derken yolu kaybettim. Yol tarifi için 4-5 kişiye sordum
fakat hiçbiri İngilizce bilmiyordu ve el kol hareketi ile kısmi olarak anlaşıyorduk.
Kısa sürede anladığım şey şuydu ki İtalya’da İngilizce bile birine rastgelmek
oldukça güçtü. Bir de bizim gibi
bilmedikleri halde yolu tarif etme alışkanlıkları vardı ki, o en tehlikesiydi.
Çoğunlukla yanlış yoldan yönlendirilmiş
olmam ve yer yer anlamsız özgüvenim nedeniyle
saat 18:40’da tam olarak kayboldum. Tam olarak kaybolduğumu anlamam bile
zaman almıştı. Bunu da en son olarak yolu tarif etmesini istediğim bir gençten
öğrenmiştim. Kendisinin diğerlerinden farkı ise İngilizce biliyor olmasıydı.
İngilizce bilmesi bende çölde su bulan insan hissiyatı yarattı. Derdimi büyük
bir heyecan ile anlattım. Sağolsun cep
telefonundan gps’ini açtı ve uzun uzun
gitmem gereken yolu tarif etti (o ana kadar yanımda maalesef internetim
yoktu).
İtiraf ediyorum işte o an biraz korktum ...
Öncelikle biraz sakinlemek
için yeşillik gölge bir alana geçtim ve
oturdum.
Bulunduğum yer bana oldukça
merkezi bir yer izlenimi vermişti. Bir tarafımda hipermarket, diğer tarafımda kilise,
bir diğer yanımda ise tramvay durağı vardı. Kendime biraz gelince beni bulunduğum
yerden alması için Barış’ı aradım. Sağolsun beni oradan aldı ve beraber eve
doğru yol almaya başladık. Böylece İtalya’daki ilk maceramı yaşamış oldum.
Molto bene !!!
Bisikletimi evin
garajına koyup, heybeleri yukarı çıkararak eve girdik. Biraz soluklanıp sohbet
ettikten sonra yemek yemek üzere dışarı çıktık ki dışarıda feci bir yağmur
başladı (Milano’nun neden yeşil olduğu anlamıştım). Bir süre apartmanın önünde yağmurun dinmesini beklerken sohbette
akmaya başlamıştı.
Barış’dan Milano’nun bu sene oldukça çok yağış aldığını ayrıca coğrafi konumundan
dolayı hava sirkülasyonunun olmadığını bu yüzden de havasının zaman zaman kirli
olabildiğini öğrendim.
Sohbet iyiydi, güzeldi hoştu lakin dışarıda hala yağmur vardı
ve karnımız çok açtı. Biz de yağmurun
dinmesini beklemeden ıslanmak pahasına
da olsa yola koyulmaya karar verdik. Neyse ıslana ıslana da olsa metroya
ulaşıp, bir su kanalı etrafında güzel kafe, bar ve restorantların olduğu bir
yere geldik.
Barış’ın müdavimi olduğu mekanlardan birine geçtik.
İtalya’ya gelip bu yorgunlukta yapılması olmazsa olmaz olan şeyi yapacaktık tabi ki. Bira ve pizza :)
Kendime söylediğim pizza enginarla
yapılan bir pizzaydı. Bu benim ikinci enginarlı pizza deneyimimdi. Fikrim
değişmemişti yine. Bir sebze bir pizzaya bu kadar yakışabilirdi gerçekten de.
Pizza
ve enginarın uyumu ile ilgili söylenebilecek tek şey var o da ...
Molto bene !!!
Hoş bir sohbet ve yemekten sonra eve döndük ve ilk günümü keyifli bir şekile
tamamladım.
Sırada ise jamon, şarap ve helvanın muhteşem buluşması var ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder