28 Eylül 2014 Pazar

Biz de Venedik ...

Dünkü modern insan hayatı sayesinde hepimiz oldukça enerjik ve keyifli bir şekilde uyandık. Güne Leonardo'nun anneannesinin yaptığı çay ve kahve ile başlıyoruz.

Herşey yolunda ...

Tek handikap ise yola çıkacak olmamıza karşın havanın oldukça kapalı ve ha patladı ha patlayacak durumunda olmasıydı. Gecikmeden hemen yola koyuluyoruz ve tren garına doğru ilerliyoruz. İstasyon girişinde çok fazla sayıda bulunan self servis bilet satın alma cihazlarından 3 adet bilet alıyoruz ve rotamızı bisikletsiz olarak Venedik' doğru çeviriyoruz.

Velespitlerimize dinlenmeleri için bugünlük izin veriyoruz :)

Venedik yolcuları
Sohbet muhabbet derken yaklaşık 1 saatlik yolculuğun ardından Venedik'e adım atıyoruz. Adım atıyoruz diyorum ama bu o kadar kolay olmuyor çünkü tren çok kalabalık ve trenden inmek bile çok zor. Zira içerisinde Venedik'i görmek için gelmiş yediden yetmişe farklı farklı ülkelerden birçok insan var.

Uzun bekleyişin ardından tren garının önüne çıktığımızda Venedik bize hoşgeldin diyor.

Tren garı önünden ilk manzara
Gördüklerimiz bizi tüm güzelliği ve gizemiyle kendisine doğru çağıran bir kadın gibiydi. Bu çağrıyı yanıtsız bırakamazdık.

Ve kalabalıklar içerisine, bu çağrıya kayıtsız kalamayanların arasına karıştık.





Kısaca Venedikten bahsetmek gerekirse şehir, İtalya'nın kuzeydoğusunda, Adriyatik Denizi'nin kıyılarında bulunmakta ve yaklaşık 100 civarında adacıktan oluşmakta. Bu adacıkları birbirine bağlayan çok sayıda kanal ve köprü bulunuyor. Şehir, daracık sokakları, biranda karşınıza çıkan rüya gibi kanalları, köprüleri ve gondolları ile tüm turistlerin dikkatini çekmekte ve sık sık romantizm ile anılmakta.

Kuşlar

Çiçekli balkonlar


Otopark derdi olmayan evler
Gittiğimizde de hissettiğimiz üzere şehir her daim turistlerin gözde mekanı. Sokaklarda gezmeye başladığınızda İtalya'da olduğunuzu unutarak rüya gibi bir şehirde kaybolup gitmek istiyorsunuz. Zira nerede ise sadece 3-4 insan genişliğindeki sokaklarda kaybolmak oldukça kolay. Bu kadar fazla sayıda ve dar sokakta insan kendisini zaman zaman üzerinde deney yapılan bir fare gibi bile hissediyor. Bu hissiyat içinde de aniden kaybolmak gayet normal.
Kendinizi kaybetmek istediğiniz bir yer arıyorsanız kelimenin tüm anlamları ile doğru yerdesiniz :)





 Venedikte gezinmeye devam ettikçe ve fotoğraf çekmeye başladıkça dikatimi çeken birşey oldu. Şehirde kanallar, dar sokaklar gibi faktörler çok önemli ama gondolları kullanan karizmatik görünümlü abiler de şehre ayrı bir derinlik veriyor. Özellikle üzerlerine giydikleri yatay çizgili kıyafetleri ve kafalarına taktıkları hasır şapkalarıyla ayrı bir duruşları var.





Hava ha patladı ha patlayacak derken yağmur bastırıyor ve yağmurdan kaçma bahanesiyle dar sokaklarda ki dükkanlara giriyoruz.

Baykuşseverlere

Yımyım :)

İtalya'nın meşhur Limocello'su
Venedik gezisinin amacından sapmaya başladığını ve alışverişe dalmaya başladığımızı farkedince kendimizi hemen dükkanların dışına atıyoruz.

Kısa sürede San Marco Kilisesi ve Meydanına geliyoruz. Meydan ve kilise o kadar büyük ki tek bir karede hepsini tam olarak fotoğraflamak imkansız. Panoramik bir çekim denemesi yapmak kaçınılmaz.



Ardından çok sayıda fotoğraf çekme girişiminde bulunmama karşın meydan o kadar kalabalık ki iyi bir açıdan, insanların absürd bir şekilde kareye girmediği bir fotoğraf çekmek imkansız. Paylaşılabilecek kıvamda olan az sayıda fotoğraf ...



Kilise üzerindeki çizimler




San Marco meydanı  İtalya'nın en büyük meydanı konumunda. Meydanın geçmişi 9. yüzyıla kadar gitmekteymiş. Ayrıca meydan dönemin ünlü yazarlarınca "Avrupa'nin Salonu", Napolyon tarafından ise "Avrupanın en güzel şenlik alanı"  olarak nitelendirilmiş.

"St. Mark's Square" by Jtesla16 - Own work. Licensed under Creative Commons Attribution-Share Alike 3.0 via Wikimedia Commons - http://commons.wikimedia.org/wiki/File:St._Mark%27s_Square.JPG#mediaviewer/File:St._Mark%27s_Square.JPG
Piazza San Marco with the Basilica, by Canaletto, 1730
Meydandaki fotoğraf denemelerinin ardından hava yine çiselemeye başlıyor. Biraz hızlı hareket etmeliyiz zira şehri dolaşıp mümkün mertebe erken saatte Padova'ya dönmemiz gerekiyor. Meydanı dolaştıktan sonra deniz tarafına doğru yöneliyoruz. Hemen pozlar veriliyor :)


Yağmur hafiften atıştırmasına karşın heryer o kadar kalabalık ki anlatabilmek mümkün değil. Adım atarken bile önündeki kişinin ilerlemesini bekliyorsunuz. Bu dönemde bile bu kadar kalabalık olan bir yerin Venedik Karnavalı zamanında nasıl olduğunu düşünmek bile istemiyorum.

Deniz kıyısında biraz ilerledikten sonra sol tarafımızda bir köprü kalıyor. Köprüyü en güzel gören yerde öyle bir kalabalık var ki, iğne atsanız yere düşmez lafı ilk olarak burada ki durumu anlatmak için kullanıldı herhalde diye düşünürsünüz.

Son Nefes Köprüsü
İğne düşmeyen yerden baktığımızda ötede Son Nefes Köprüsü olduğunu farkediyoruz. Burası Düklük Sarayı ile Hapishane arasında kapalı olarak inşa edilmiş bir köprü. İsmini de buradan cezaevine giden mahkumların Venedik'e son kez bakmasından almış bir yer.

Yavaş yavaş tren garına doğru dönmeye başlıyoruz. Dönüş yolundan kareler ...



Anne sırtındaki küçük gezgin


Dönüş yolunda bir hayli zorluk çekiyoruz. Daha önceden burayı 3-4 defa ziyaret etmiş Eren dışında çevreyi bilen kimse yok. Lakin  Erenle beraberken bile şehirde kaybolmayı başarıyoruz.
Kaybolmamak zaten imkasız çünkü o kadar çok sayıda sokak varki insan nereden girip nereden çıktığını anlamıyor.

İşte bu kaybolma anında çekilmiş bir video ...



Neyse bir şekilde yolumuzu bulup yola devam ediyoruz ...

Ve karşı da görünen Venedikteki en büyük köprü olan  Rialto Köprüsü ...


Burası uzaktan sadece bir köprü gibi gözükmekle birlikte iç tarafı oldukça hareketli, rengarenk alışveriş dükkanları ile kaplı bir yer .


Yol üzerinden hediyelik eşyalar baktıktan sonra yola devam ediyoruz.

Venedik'e son bakışlar ...





Bütün güzellikleri ardımızda bırakıp tren garına ulaşıyoruz. Biletlerimizi alıyoruz ve vagondaki yerimizi alıyoruz.

Şimdilik herşey yolunda fakat sıkıntı olan bir durum var, o da havanın yağışlı olması. Bugünkü planımız dönüşte pedala basmaktı fakat an itibari ile hava yağışlı. Güniçi hava durumunu saatlere göre kontrol ettiğimizde yağmurun şiddetini ilerleyen saatlerde daha da artıracağını öğreniyoruz.

Padova'ya ulaşana kadar bugün ne yapmalıyız konusunda konuşup tartıştık ve sonunda bugün için kalacak yerimiz halihazırda var iken, yağmurda pedallayıp nerede kalacağımızı bilmeden yol almak fikri saçma geldi.

Sonuç olarak günü Padova'da evde geçirmeye karar verdik.

Günü evde yol için bisikletlerimizin bakımlarını yaparak tamamladık.

Akşam ise Leonardo'nun ailesi ile birlikte çay ve kahve eşliğinde güzel bir sohbet ile ölümsüzleştirdik.







25 Eylül 2014 Perşembe

Tadımlık bir yazı ...


Akşamki polis baskınını savuşturduktan sonra bizi hiçbir kuvvet keyifli bir uyku çekmekten alıkoyamazdı.

Çadır insanlarından birinin günaydın pozu bunun ispatıdır.


  Çadırdan çıkıp dışarıya baktığımızda herşey yerli yerindeydi. 


 Dışarıda kendimize gelmeye çalıştığımız sırada nehir tarafında bir hareketlilik olduğunu farkediyoruz. O da ne derken ...



Nehrin içerisine dizlerine kadar botları ve getirdikleri bilumum av malzemeleri ile giren balıkçıları görüyoruz. Nehrin ortalarına doğru ilerleyip oltalarını vira bismillah diyip atarak (hristiyanlar buna denk gelecek ne diyorlar bilmiyorum ama :) güne keyifli bir başlangıç yapıyorlar.

Bugünkü planımız Padova'ya ulaşmak. Bulunduğumuz yer itibari ile Padova yaklaşık 30 kilometre uzaklıktayız. Padova'da bizi Celal'in İspanya'dan oda arkadaşı olan Leonardo karşılayacak.

30 kilometrelik yol boyunca, mesafenin de kısa olmasından ötürü fotoğraf çekmeye değer pek birşey olmadı. Lakin yolda verdiğimiz mola sırasında kendisini sevdiren daha sonrasında ise koşarak peşimizden gelen şu güzellik dışında ...


Öyle böyle derken Leonardo ile buluştuk. Bizi büyük babası ve annanesinin yaşadığı eve götürdü. Ev demek gerçekten de gittiğimiz yere ayıp olur. Şato diyelim en iyisi :) İki katlı müstakil, kocaman bir atölyesi olan ve yaklaşık bir stadyum büyüklüğünde geniş bir bahçesi ile muhteşem bir yer.

Bahçede köpeğinden, salıncağına, üzüm bağlarından, çeşit çeşit ağaçlarına, kümesinden, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar tarlasına kadar içerisinde yok yoktu.



Evin avlusuna girdiğimizde bizi kalabalık bir aile karşıladı. Karşımızda Leonardo'nun annesi, babası, teyzesi, dayısı, kardeşi,annanesi, babanesi derken aynı soyadı paylaşan yaklaşık 12 kişi ile bir anda tanıştık.

Padovaya bisikletle geldiğimizi öğrendikleri ve bundan ayrıca bir keyif aldıkları için ailece toplanıp bizi karşılamak istemişler. Ne büyük incelik ve güzellik ama. İnsana böyle güzel misafirperverlikler ve güzellikler sadece kendi ülkesinde varmış gibi anlatılıyor lakin gerçek hiç de öyle değil. Bu şekilde heyecanlı ve içten bir şekilde karşılanmamız hepimizi ayrıca mutlu etti.

Tanışma faslından sonra yemekler hazırlanmaya başlandı ki biz bu zaman dilimini fırsat bilip günlerdir alamadığımız duşu alıp, artık iyiden iyiye kirlenmiş çamaşırlarımızı yıkadık.

Turun en güzel anlarından biri herhalde onca zorluktan sonra aldığımız o muhteşem duştu. Vücuduma değen her bir su zerresini tamamiyle hissederek hiç böyle bir duş almamıştım.

İşimiz bitip duştan çıktığımızda yemekler hazır bütün aile bizi bekliyordu.

Menüde hindi yemeği, peynir ile hazırlanmış patlıcan yemeği, beşamel soslu pasta ve muhteşem bir tatlı vardı.

"Dı" diyorum ancak bunları gösteremiyorum çünkü o an yorgunluk ve açlık ile bu leziz yemeklerin tamamına odaklanmıştık. Daha sonrasında kan şekerim yükseldiğinde fotoğraf çekmediğim aklıma geldi ancak artık iş işten geçmişti.

Yemek sırasında masada yarı İtalyanca yarı İngilizce o kadar keyifli bir sohbet vardı ki anlatamam. Sanki yıllar önce tanışmış şimdi tekrar bir araya gelmişçesine herkes çok keyifli ve mutluydu.

Bu sohbetin üzerine bir de muhteşem bir kırmızı şarap açılınca keyifler tavan yaptı.

Yavaş yavaş sohbet doyumuna ulaşıp aile fertleri ayrılmaya başladı ki biz de günün geri kalan kısmını Padova'da şehir merkezinde geçirmeye karar verdik.

Şehir merkezinde hızlı bir turdan sonra ara sokak benzeri bir yerde birşeyler içmek için ara verdik.

Mola durağımızda İtalya'da meşhur olduğunu öğrendiğimiz Spritz'i içmeye karar vermiştik.


Bu ünlü İtalyan kokteyli gerçekten de oldukça güzel ve içimi keyifliydi. İnternetten daha sonra birçok yerde bu içkinin müptelası olanlar olduğunu öğrendim. Merak edenler için internette çok sayıda  içki tarifi de mevcut. Mutlaka denenmesi gerektiği kanaatindeyim.

Şehir turumuzu keyifli bir şekilde taçlandırdıktan sonra evimize geri dönüyoruz.
Eve gelince bizi kapıda bir kırmızı bir sürpriz karşılıyor ...


Hemen içerisine atlayıp pozlarımızı veriyoruz. Evet gördüğünüz üzere üstü açık kırmızı araba yaklaşık 80 yaşlarında olan Leonardo'nun dedesine ait. Ne büyük bir keyif ama.

İnsan böyle bir dede ile karşılaşınca "vay be" demekten kendini alıkoyamıyor. 

Günün geri kalan kısmını ise evde sohbet ederek ve dinlenerek geçiriyoruz.

Ev ortamını bulunca hepimiz o kadar rahatlıyor ve o kadar mutlu oluyoruz ki tarifi zor bir hissiyat bu gerçekten. 
Biz de bahanesiyle evin tüm nimetlerinden faydalanıyoruz :)

Bisikletsiz ve az fotoğraflı geçen bugünün ardından yarınki planımız ise Venedik oluyor.

Padova Venedik arasını tren ile yaklaşık 1 saatte katedip, buranın tadını çıkardıktan sonra uygun bir saatte eve geri dönmeyi, günün geri kalanında bisikletle pedallayabildiğimiz kadar pedallamayı planlıyoruz.

Sıradaki yazı: Biz de Venedik ...




18 Eylül 2014 Perşembe

Türk'ün İtalyan polisi ile imtihanı

Yeni bir gün ...

Gözlerimi aralayıp biraz kendime geldiğimde önce çadıra doğan güneşi ardından ise sırtımdaki ağrıyı hissederek uyanıyorum. Yavaş yavaş turun yorgunluğu kendini belli etmeye başlıyor.

Hani yaptığınız şeylerden ne kadar keyif alırsanız sorun ve sıkıntılar o kadar gözünüze batmazmış ya, benim ki de o hesap yaşadıklarımız ve gördüklerimiz o kadar keyif vericiydi ki vücudumuzun yorgunluğunu çoğu zaman unutuyorduk. Lakin vücudumuz da devamlı çocuğunu düşünen anne gibi yapılması gerekenleri hatırlatmaktan kendini alıkoyamıyordu.

Bir nevi "Ben buradayımmmm, dikkat etttt ! "diye sesleniyordu.

Ekip uyanıyor...


Heybemizdeki kahvaltılıkları çıkartıp karnımızı doyuruyoruz. Ardından burada konaklamamızı sağlayan aile ile biraz sohbet edip, bisikletçi abimizden gideceğimiz yol ile ilgili bilgiler alıyoruz.

Özellikle ilk defa gidilen coğrafyalarda, sıklıkla bilgiye ulaşımın en kolay yolunu seçip internetten araştırma yapılarak gezmek çoğu insanın tercihidir. Ancak gidilen yerlerde özellikle o bölgede yaşayan insanlarla tanışmak ve onların önerilerini dinlemek ise çoğu zaman yapılmaktan çekinilir.
Gittiğimiz yerlerde dil sorunu yaşamadığımız sürece yerel insanlarla etkileşime girip onlardan önerilerini almaya çalıştık.

Bizimle yakından ilgilenen bisikletçi abimiz sayesinde, önerileri doğrultusunda rotamızda kimi ufak değişiklikler yapıyoruz.

Günün rotası şu şekilde ...

Aile ile vedalaşıp pedallamaya başlıyoruz. Öncelikle rotamız en yakın yerleşim yeri oluyor. Telefon ve internet hizmeti ile ilgili bilgi almak için yerleşim yerine gitmemiz gerekiyor.    

Yerleşim yerine varıyoruz ve gözümüz telefon operatörü vitrinlerinde. Vitrinler arasında göz gezdirirken bir yandan da farketmeden küçük fakat güzel bir meydana geliyoruz.


Şehiriçinde işlerimizi hallettikten sonra tekrar yolumuza koyuluyoruz Önümüzde ciddi bir tırmanış var. Stelvio Pass sonrası aramızda o kadar zorlu tırmanışlardan sonra hiçbir tırmanış bizi bundan sonra yormaz artık diye şakalaşsak da günün başında hiçbirimizin tırmanmak için pedallayası yok.  

Tırmanış sırasında soluklanırken manzara
Ne  olduğunu hala öğrenemediğim ilginç bitki
Tırmanışı tamamladıktan sonra sıcakların da etkisiyle suyumuzun tükendiğini farkediyoruz. Neyse ki bundan sonra ki yolumuz daha keyifli. Su doldurmak için bisiklet yolundan ayrılıp küçük bir parkta mola verip, sularımızı dolduruyoruz. Bu sırada tur boyunca görmeye alıştığımız çiçeklerle süslenmiş balkonlu evleri görüyoruz.



Hava çok sıcak olmasına karşılık manzaralı yollardan geçmeye başlıyoruz. Şimdi de bir göl kenarındayız ...



Göl çevresinde daha önceki gördüklerimize benzer şekilde çok sayıda işletme var. Küçücük gölü bile keyifli ve dinlendirici bir yer haline getirmek konusunda oldukça başarılılar. Göl çevresinde çok sayıda insan güneşleniyor ve göle giriyor.

Biz ise hava oldukça sıcak olmasına karşılık bisiklet yolundan ilerlemeye devam ederek çok sayıda bisikletçi ile karşılaşıp onlarla selamlaşarak yolumuza devam ediyoruz.


Bisiklet yolunu takip ederek yolumuza devam etsek de zaman zaman iyi işaretlenmemiş yerlerden geçtiğimizi için kayboluyoruz.Sıklıkla bu gibi durumlarda civardaki insanlara sorarak yolumuzu buluyoruz.

Yolu kaybettiğimiz ve arayışta olduğumuz sırada tesadüfen bir polis aracı ile karşılaştık. Hemen aracı durdurup polisten yol tarifi almak istedik. Aracın içerisinden aynalı gözlüklü, havalı bir polis indi. Derdimizi tam anlatmaya başlayacaktık ki bize Almanca biliyor musunuz diye sordu. Biz de bilmiyoruz dedik lakin polis memuru durumu umursamadan Almanca konuşmaya devam etti. Adamı durdurup, İtalyanca konuşunca anlayabileceğimizi söyleyince önce duraksadı. Ardından hızlıca tuhaf bir yol tarifi yaptıktan sonra kapıyı vurup çekip gitti.

Biz yaşadıklarımızdan ötürü şaşırmış olsak da hala otonom Alman bölgesinde olmamızdan dolayı böyle bir durumla karşılaştığımızı düşündük. Bölgenin İtalya'dan apayrı bir dünyada olması hepimize oldukça ilginç geldi.

Yolumuzu bulup, göl kısmını geçtikten sonra bisilet yolu, mısır tarlalarından zengin alanlardan geçmeye başladı. Heryer göz alabildiğine mısırdı. Bir ara gördüklerimden sıkılıp kafamı göğe kaldırmıştım ki bir de ne göreyim ...



Bir sürü insan göklerde yavaş yavaş, anı yaşayarak süzüle süzüle uçuyorlardı. Onları izlemek bile bu kadar keyifli iken uçmak ne kadar keyiflidir hayal etmek güç değil.

Biraz ötede ise uçuşun tadını çıkarmış olanlar geri dönüyordu.


Günün en güzel anları işte gökyüzündeki bu güzellikleri gördükten sonra başladı. Tur sırasında en çok keyifle pedalladığım, doğasına, güzelliklerine hayran kaldığım, en fotojenik yerler bu noktadan sonraydı.

Geçtiğimiz vadi, usta bir ressamın elinden çıkmışçasına olağanüstüydü. Buna bir de güzelliklerin üzerinde ki ışık oyunları dahil olunca tablo tam anlamı ile tamamlanmıştı.










Yaklaşık iki saatlik pedallamanın ardından nehir kıyısında, piknik masalarının olduğu bir yer bularak akşam yemeği için mola veriyoruz.

üç silahşörler
Akşam yemeğimizi yedikten sonra tur planına uyabilmek için hemen yola koyuluyoruz. Yaklaşık iki saatlik bir sürüşten sonra yerleşim yerine geliyoruz.

Burada tesadüfen küçük çaplı bir festival yapıldığını görüyoruz ve seyre başlıyoruz. Festivalde yarışlar yapılıyor, şarkılar söyleniyor. Herkesin keyfi yerinde gözüküyor.

Saatin iyice ilerlemiş olması nedeniyle festivaldenayrılıp kendimize gece konaklayacak yer aramaya başlıyoruz. Öncelikle şehir dışına yakın birkaç yerde kalmak için şansımızı denemeye çalışsak da pek olumlu sonuç alamıyoruz. Çadırı oraya mı kuralım buraya mı kuralım derken saat 12 oluyor. En sonunda aklımıza yakın bir yerdeki kilise bahçesinde şansımızı denemek geliyor.
gündüz gözüyle çekilmiş kilise bahçesi
Tahmin ettiğimiz gibi nehir kıyısında yerleşmiş kilisenin bahçesine çadırımızı kuruyoruz. Bahçe nehir tarafına baktığı ve çok az insan tarafından görülebildiği için oldukça güvenli gözüküyor gözümüze. Tam çadırımızı kurup, kıyafetlerimizi değiştiriyoruz ki uzaktan polis aracı bize doğru geliyor.

İşte o an ...

Ve korkulu anlar başlıyor.

Hepimiz polisin gelmiş olmasından dolayı oldukça tedirgin oluyoruz. Hemen İtalyanca konuşmayı bildiği için Eren'i öne sürüyoruz. Sohbet başlıyor ...

Polis, demek buraya geldiniz diyor ...

Meğer bizi yerleşim yerine girdiğimizden bu yana kameralarla takip ediyorlarmış.

Öncelikle ne yaptığımızı, ne işle uğraştığımızı ve turun içeriğinden bahsediyoruz.

Sohbet sürerken diğer yandan polis memurlarından biri bizden pasaportlarımızı alıyor. Arabanın içinden kimlik sorgulamamızı yapıyor.

Stelvio Pass'den geçip yolumuza devam ettiğimizi anlatınca  polise memuru oldukça şaşırıyor ve hayran kalıyor.

Bir anda ortam yumuşuyor.

Aracın içindeki polis memuru yanımıza gelip pasaportlarımız veriyor.

O an, o kadar korkmuştuk ki ortamın yumuşamış olmasına çok seviniyoruz.

Bir an aklımdan buraya kadarmış diye düşünmeye başlamıştım ki herşey tekrar geri dönüyor.

Polis memurları ile biraz sohbet ettikten sonra bize burada kalabileceğimizi, sadece gürültü yapmamamız gerektiğini söylediler.

Ardından ise birşeye ihtiyacınız var mı diye sormayı  da ihmal etmediler.

Biz olayın şokunu hızlıca atlatarak yanımızda içecek suyun kalmadığını, yakınlarda çeşme olup olmadığını soruyoruz.

Biz bu cümleleri kurarken inanamayacaksınız ama polis memurlarından biri arabadan kendisine ait olan 2,5 litrelik suyu bize getiriyor.

İşte o an o kadar mutlu oluyorum ki "içimden ben İtalyan polislerine emanet edin lütfen" diyorum.

Böylece korkutucu başlayan polis macerası, polisten elindeki 2,5  litrelik su şişesini alarak tamamlanmış oluyor.

Polis memurlarının ayrılmasından sonra ise yavaş yavaş günün ağırlığı üzerimize çökmeye başlıyor ve uyumak üzere çadırlarımıza yönelerek günü tamamlıyoruz.